kaptan bu da ne?

BADEM ÇİÇEKLERİ Badem çiçekleri Sen Bir de hiçkimse MÜRİT Kapıyı uzun uzun çaldım Sanki içerdeymişim gibi Küçük Asya “Acınız yoksa, sorunuz da yoktur” diyecektim ki, Durdum; sanki telefon çalmış da sen evde yokmuşsun. İkimiz de biliyorduk unutkanlığın her çeşidini: Alıntılar, aşklar ve dolmuş şoförünün gözetiminde şehre inişimiz Alkol ve küçük asya. Kadınlar ve Küçük Asya Kış ve alkol biçimsizleştirirdi yalnızlığımızın köşelerini Kusmak ve işemek için şehrin kuytu köşelerinde Bir kadın tenimize düşmeden eskirdi. Demiştin “Ne çok yaşanmışlıkları var bu insanların, Ne çok istekleri, bitip tükenmez anlatma hevesi; biz Olmasak da aynalara havlayacaklar sanki.” Güldüm ve eğildim ne diyeceğimi düşünmeden Kendinden emin muğlak kulağına “Yalnızlığımıza almıyoruz onları; çocuksu hınçlarını bağışla.” BEĞENİ Dağılırsa içilmez sular Kaç giz sıkıştırır beni oysa Bu yüzden yağmuru severim Zorunlu bir saçaktır yerim Ana caddede devrilir her zaman, alkol görevlisi bir memur Gençler, sıkıştırır genç kızları kalçadan Her kezinde isterik, devriye arabaları patlar ansızın Durup bakmam; çok azıdır içinizdeki mirastan bana ne kalır? Yok, değil. Ama birileri keşfedermiş gibi beni, dikizler gözlerimi Gözlerinden kaçırdığım an; önemsemem ve bağırsaklarımı keserim Keserim ve bu benim umurumda değildir: Değil, değildir her zaman. Yalnızlık sayılmaz, çünkü istenmemişim de evde bırakılmışım gibi Bir misafirlikten bir misafirliğe: Annemi bu yüzden hiç bağışlamam. Sevgilim de oldu; olmadı desem yalan olur Issız bir gezegene indiklerinde apar topar hızla kaçan Çünkü ben en çok kokoreç doğrarım rüyalarımda, gerisi de Anlatılamayacak kadar sönük...anlatılanı nasıl seçer insan? Oysa kaç kız vardır kıllı yuvasını gösteren bu alkol şehrinde Bacaklarına göz ucuyla şöyle baktığım: Hükmedilmek onların da hakkı, ama ben taviz vermem Çünkü bir kadında kaç sabah vardır? Yeterince demokratım İşlerim kesat giderse, tezgahımı şu köşeye koyardım Çağlar abi dövmeden önce Eve yollanırken bacaklarıma vurur bir hazin kara poşet Midem bulanırdı ilk seferlerinde: Bir şeylerin sinmişliği bağımlılığı artırır Buzluğa atınca iş tamamdır Kaç giz sıkıştırır beni oysa Ekmek içi çıkarttıranlara da pek kızmam, onları saklar köfte yaparım Ya da güvercinler bulur onları meydanda Birden gelirler, sanki gecenin o tenha saatinde birileri “genel açlık” düğmesine Basmıştır da, herkes her şeyini hızla bırakarak Boşalırlar tezgahıma, yutkunmalarını gizleyerek Kimileri ısrarcı bir şaklabanlık hastalığına tutulur, kimileri Sabırsızca sorar. Onlara karşılık verirken közleri yellerim: Tamam abi, şimdi çıkıyor! Barlar sokağı tuhaftır Herkes birbirini kaybeder gecede Belki bu anlatılır Yarım kalmışlık duygusu bu sadece Parmaklarımın titremesi kış soğuğundan değildi, abi Çağlar abimin beni dövmesinden çok önce Bir şey vardı içimde, kuru gürültüyle devrilir gibi İçime doğdu desem, yalan olur. İçimde çürümüştü belki Küfredercesine konuşan iki tip Hamamböceğiyle konuşuyormuşçasına...tövbe allahım Şişman olanın eli tezgahta “Beğenmedik” dedi biri; şişman olan ağzındakiyle yetindi: “Sana da ananın donunun bereketi” İkisini de bacaksız bıraktım kanlar arasında Sonra güldüm mü, bilmem Yaygaracı iki topal ördek, yayılıyordu sokaklara Tezgahımı topladım, közleri savurdum buz tutmuş yola Bir taksi çevirdim; bütün kokoreççiler bu gece nezarethanede nasılsa Odamın ışığını açtım Uyumaya yakın, dedim ki “Öfke biriktirilmemeli” Şu camları da taktırmaya gerek yok, kış bitiyor nasılsa. KÜS Seslendim sana İçi geçmiş bir tarifle Dedim ki: “Tuz, en alt rafta.” Sonra, parçalanmış bir kalyonu yağmalayan kasırganın Korsan çığlıklarına sarınarak, Dedim ki: “Tuz, dedim! Tuz, en alt rafta!”. HAZIRLIK Karton kutulara konur ve üstüne "kırılacak" yazılır (gereksiz eşyalarla harcanan yaşam) itilmişliğimizin bozgununda isteksizce devinirken KOLUM KANADIM KIRILDI EŞYALARI SEN TAŞI HAZIRLIK II Kanıtlanmıştır, taştır bu; örülünce duvar Eli boş, bu gidip gelmeler hazırlıksız yakalanmanın şaşkınlığı mıdır? Kimse kınamasın bizi: şaşkınlığımız kaç gramdır Taşınmıyor bu lanet karton kutu! Çıkmıyor içimizdeki yüzlerce ölü böcek! -Kımıldama, boşalınca kırılır dayanıksız camlara yüklenirse gece taşınmıyor seni alıp vermelerim uyumsuz kılıyor toplanınca oda her taşınmada, kamyona sığmıyor evler KOLUM KANADIM KIRILDI EŞYALARI SEN TAŞI. AKSİ-LİK Balık pişiriyordum mutfakta. Telefonla, kapı aynı anda çaldı. Telefonun kablosu yetişmiyordu kapıya; telefonu fişten çektim. Sandalyenin Üstüne çıkarak kapının zilindeki bütün kabloları kopardım. Çünkü balık pişiriyordum mutfakta. AİLE FOTOĞRAFI “Ben Arjantin’e gidiyorum.” Dedi peygamber babam: “Ben mi sahteyim Yoksa allahım mı?” hepinize göstereceğim!” “Durmak ne mümkün,” dedi annem “şöyle keyfimce ayaklarımı uzatsam; çamaşır makinesini çalıştıracağım daha. Bulaşıkları verin krematoryuma!” “Bunlar hep senin başının altından çıkıyor,” dedi abim “nereden çıkartıyorsun insanların kimi duygularının delik olduğunu ve bunları kimi zaman dike döke sokağa çıktıklarını? Saçma! Kelimenin tam anlamıyla SAÇMA!” Ablama kalsa, ben doğmadım Dalgın gözlerle bir ara bana rastlasa “Kardeşim, sen ne zaman doğdun?” diye soruyor hala. Bizim bakkal: “Savaş bitmedi mi,” diye soruyor Hangi savaş diyorum “O kadar çok savaş var ki, isimlerini unutuyorum!” kardeşim ise çok dertli “Her sabah gözümü açmak için bir neden arıyorum, ama daha bulamadım.” Ayağını sürüyor lavaboya doğru; ağzında salyası: “Yaşamın biraz dışına taşmışım gibi geliyor bana.” Kimdi O Peki Kedi, Ayrıldık mı Yoksa Hiç Durmadan Durdum, bir masa boyuydu öfkem Siz ayakta durup sonra nedensiz oturmuş muydunuz Karşilikli çagin kuytusunda delirmiş miydik bir an Kusacaktınız da karşılığınız mı olmuştum; fırtına mıydı sağrınızda asılan Ağzınızı tanıdım biraz erken, perçinlerdiniz kalabalığını caddelerin Dik bir yokuş, içildikçe çogalan bir gazoz Ardınıza bakmadan kaçtığınız Tanıdık bir koku... yarım kalan Hüzün, en çok siz gelince yenilirdi Bir cigara yakımı ortopedik sevdanız Sizdeysem bende ertelenen bir tetik Yelkovanlarını kundaklardık sanki deniz kıyısındaki çay bahçelerinde buluşmaların Yalnızlığımız mıydı bizi ortalık yerde bırakan neydi peki bu suskunluk, nasılsınız'lardan arda kalan... Eğer bendeysen hızla soyunurdu tenin Bir ev olurdu, hırslı bir kaçamak Sen çiçek çizerdin Ben böcek kimdi o peki karanlıkta asılı duran bir kedi fotoğrafı mıydı birileri miydik ki, konuşuyorduk ardimizdan ayrılıyor muyduk yoksa hiç durmadan Noç Müziğin sarmal deviniminde sıçrayan gecenin parlayan tonları: Ağır aksak söylerken Tsoy, her heceyi ayrı ayrı boyarken, mevsimsiz, iklimsiz, coğrafyasız ve insana dair ne varsa, öfkeyle bezginlik arasında tanımsız ve kitapsız bakarken notaların çektiği perdenin kızıl renginin araladığı isyana, sigaranın kalınlaştırdığı sesinin ayazında, düşlerinde ölümsüz kara panterleri beslerken ve dişlerimi sıkıp öfkesiz, perişanlığın kusursuz bir güç olduğu o anda, dişlerimin aralığından “bir daha asla” çakılırken yeryüzüne bu tümce, gelle gitin uzlaştığı biricik duruşun aralığında, kuru bir gözyaşı, hesapsız ve kimsesiz düşerken gözlerinden , aklımda eğrelti otları gibi büyüttüğüm, beslediğim adını ıssızlığının sapa yollarında ararken, meyvelerinin ağırlığına dayanamayan dalların yemyeşil, rengarenk çatırtılarında yada ıpıssız bir dalın, yalnızlıktan kararmış ölü çığlıklarını yeryüzüne savururken, düşüp de kalkamayan çocuklar gibi ve onların mantık dışı oyunlarında “sen, doktor ol”larından bir iki adım ötesinde bekleyen sınırlanmışlıkların sokakları, mahalleleri, ülkeleri, generalleri, sistem operatörleri, uyuz lakırdılarıma karışan bir aşk, başıboş köpekler gibi sokakları titreyen bacaklarıma doluyorsa, sonbahar yaprakları gibi yanıma otururken, mevsim yazsa sende üşüdüğüm, mevsim kışsa sende terlediğim sesin, kendini kendimden koruyan incecik bir zar gibi çektiğin Çin Seddi aramızda uzayıp duruyorsa ve karanlık bütün kapılarımı zorluyorsa, içi geçmiş bir tarifle tuzun yerini tarif ediyorsan, dudaklarım dudaklarının ılıklığını anımsayıp çıldırıyorsa, vazgeçmek, hiç bu kadar sen değilken, direniyorsa şehirlerim, yıkılmış surların üstüne çöken akşamın son ışıkları altında can çekişirken, suskunluğum hızla gevezeliğe dönüşürken, tam da bir şey olurken, bir şeye benzerken, Dolunayın süt beyazına dolanmış yeşeren ağaçların yokuşun adımlarımı hızlandırdığı belki gelir umuduyla yavaşladığım gelir korkusuyla hızlandırdığım adımların sokak yolları terk eder gibi gittiğim terk edişi ardımdan koşan aksak ayağını duyamayacak kadar hızlı sutyenini bile giyemeyecek kadar aceleci giyinecek kadar çıplak ardımdan ev oluşun ıhlamur oluşun tenini anımsatan süt beyazına sinen esinti baharın taze yapraklarına bulanan gece tren seferleri biletler kentin göbeği geç mi kaldım saatleri ağlaya durduğum cam parçası kesiyor nerden bilebilirdim seni terk ettiğim kadar terk etmedi beni hiçkimse durup durup seni düşünüyorsam, iskelede bir balıkçı, bilet satan Elazığlı çocuk, sarsıla sarsıla ekmek arası balık yiyen şişman bir kadın oluyorsan ve adın arzunun bütün halleriyse, suyun üstüne yarı et yığını bir somon gibi kılçığımı utançla güneşle örtmeye çalışarak vuruyorsam kalabalık bulvarlarının kıyılarına, kendimi karantinaya alıp yeryüzünü salgın hastalıkmış gibi suçluyorsam, adını adımla karıştırıp “yağsenmura” deyip sözcüklerle içimde gizli bir dehliz açıp beni kendinde aşağılamana izin veriyorsam, hala çamaşırlarını yıkayıp banyoya gerilen ipe ya da mevsim kışsa sandalyelere, koltuklara, kanepeye sererek elektrikli sobayı açıp kurutuyorsan, Cemal denilen pezevengin evine götürmek için kendine yedek pijamalar alıp “orası da benim evim, artık” derken, seni ince dilimler halinde doğrayıp Bizans’ın bütün kedilerine, köpeklerine yem etmiyorsam, sağanağa aldırmayan patikaların umursamaz bakışlarındaki gözlerine dalarken, seni bütün dillerde seviyorsam, geceyarısı bozacılarının sesinin yankısı mahallenin köşesinden dönüp yok olunca, televizyondaki cinnet haberlerini daha dikkatli dinliyorsam, sıradan bir konuşmanın arasında sarf ettiğin bir tümcen Machbet’in cadılarından birinin repliği oluyorsa, gebermekle gebertmek iki şuh kızkardeş gibi çırılçıplak koynuma giriyorsa, nasıl bu dilde sevilirdi, sevişilirdi...noç’u sayısız kez başa alırken, şarkıyla biterken, seninle biterken, sende terk ettiğim ne varsa ve yalnızlık, teşhir edilen emsalsiz bir mahluğun gözlerindeki korku gibi harflerin arasında çırpınıyorsa ve yalnızlık hicri 295 yılında yazılmış kutsal bir kitabın yirminci yüzyılda yağmalanmasıyla başlıyorsa....soğuk bir rüzigar var dışarıda. Bir daha okumaya cesaret edemediğim kitaplar gibi... Sokakları boylu boyunca kesen apartmanların dış kapısını ayıran bahçe duvarı seyirci dağınıklığı öte öyküler akvaryumda bir göl alışkanlığımızın dokunuşları gitmekle sararmıyor ki evler ağzımda debelenen dilimin kanıyla kestiğim ağzın dağılıyor çocukların rüzgarla tutuşturduğu çizgiler kuyular ipler nedensiz sabahları göz ucumuzun uyudun mu uyumuş muyum ilintisizliğimizin küçük burgaçlarına aldanan düş körelince kimseye yetmiyor ki bilenen gece....... EĞER AŞKA DAİR BİR SORUYSA Eğer aşka dair bir soruysa Birileri dallarına taş atıp seni yoruyorsa Herkes gittiğinde geriye yalnızca gece kalıyorsa Çürük bir erik gibi düşüyorsan Düştüğünü bile göremiyorsan -Eğer aşka dair bir soru seni yoruyorsa Kalkarken oyalanır mı bir kuş Bulutları bekler mi bir öğle Aylaklık kırışık bir gömlekte ne güzel görünür Ne güzel bir telaştır geceden önce Akşam yemeği ne güzel olmuştur Ne güzel olmuştur bir günün yorgunluğu böyle Sonra Bir kadının mutfak yalnızlığındaki porselen tıkırtıları Oysa yalnızlık Geçmiş zaman koridorlarının Ve günü geçmiş pişmanlıkların İçi geçmiş özverilerin Dostlarımıza paylaşımı değil miydi Aşkın simyası buydu Herkes ayrı bir element gibi girerdi Ayrılıkları hep aynı soru Açık unutulmuş bir hüzün gibiydik Cereyan yapardı hep aynı korku Sonra Sonra film başlardı Kahramanımız bir dalga kıran, Sıkıca yeryüzüne asılırken Dalgalar korkunç bir soru: -Beni seviyon mu? -Beni seviyon mu? Öyle ya Herkes içinde barındırırdı aynı soruyu Aynı korkuyu Herkes içinde barındırırdı Kasırgasının içinde parçalanan sevgilisinin Otopsi raporu zorunluluğunu Film başlardı Film başlardı ve hep aynı güzün soğuk bulvarlarına Dökülmüş sarı yapraklarına bulanan yağmurun kokusu Gayri ihtiyari paltolarımıza sarılırdık Sanki çıplak birer ağaçtık da Aşklarımız da bunların yegane sorumlusu Sonra... Daha filmin yarısında bile değilken Bir sonbahar yaprağı aramıza düşerdi de Biz tek biletliler Tek kanatlılar Terk ederdik çağdaş inlerimizin Köhne sorularını Öyle ya Sinemalar ruh lokantaları değil miydi Değil miydik hep önü sonu Terk ederdik Terk ederdik içimizde büyüyen harabelerin boşluğunu -Eğer aşka dair bir soru Seni böyle yoruyorsa Oysa bütün düşlerden önce sen gelirdin Sen gelirdin ve sığmazdı küllerimize eşkalimiz Mevsim sonu satışları hava saldırıları ve belirsizlikler Yol ağzında unutulmuş kararlar ve ertelenmişlikler Beyaz perdede hep aynı ayin Saatsiz bir tarihte kurgulanmış sahtelikler SAVURDUĞUN BUNCA ŞEY Telefonlara sarıldın, içinde telaşlardan yapılmış bir ağ Televizyonda eski bir filmi seyrederken içinde oyun oynayan çocuklar Pencereyi açıp bir öpücükler gönderiyordu dolunaya Yağmur yağıyordu şehrinde Dışarı çıkarken çantanı karıştırdın -kararlıydın, kararsızdın, kararlıydın; her neyse- Unutulmasın diye bir şeyler Unutulmasın Avcuna yağmur damlalarını davet ettin En sevdiğin sokaktan geçerken. Bir sokak köpeği aldırmadı Sana ve yağmura yanından geçerken gözlerine dökülünce saçların ıslak bankların önündeyken sola küçük parkın içinden geçerken sağa geriye doğru fırlattın keşke yağmurluğun hışırdamasa orda mı diye baktın bulutların arkasına görebilmek için sıçradın bahçenin önünden geçerken biçilmiş çimenlere uzanmak istedin gözlerini kapatıp içindeki kuşları uyandırmadan ARKASI GELMEZ coğrafi keşiflerle açılırdı gözlerimizin kör atlası yeniçeriler şövalyeler ve gizli ticari anlaşmalar kahveyle tuzun şekerle karabiberin buluştuğu çarşılar şatoların saklı odaları, sinsi kapıları erişilmez saray duvarlarını aşan sis korsan gemilerini kıpırtısız kılardı mum kandil ve elyazması günah tohumunu yeşerten şarap içimizdeki teslimiyeti belerten gece esintisi mahremiyetini yitiren isyan kabuğunu sıyıran yangın bizden ve bizi izler gibiydi geceyi görünmez sütunlarla inşa ederken zaman karanlığı beslerdi yıldızlar hançerde parlayan ay (melekleri duyabilmek için dikilmemişti bu rasathane ama gökyüzü haritalarına not düşüldü mırıltılar) simurg, kaknüs ve anka içimizdeki sebepsiz teslis yecüc’le mecüc’e set çeken zülkarneyn içimizdeki golem’den habersiz sırrı dökülmüş bir tutku unutulmuş bir kavimdi geçmişimiz bizi böyle mutsuz kılan neydi neydi bileğimizden akan kanın rengi damlayan kan, suyun seyri bizden ve bizi inkar eder gibiydi ortaklaşa bir hüzün isteksiz bir hıçkırık, zamansız bir sarsıntı ve dinmeyen bir hiddet kesik damarlarımızın küvetteki suya anlattıkları dağılırdı saçlarımızın rüzgarı karalayan elyazmaları masumiyetin son çağlarında sevişmeye hazır bir kadının açık ayakları açılırdı rahlede şehvet renkli bir kitap damlayan mum dökülen tuz büyüyen dehliz içimizdeki gizli teslis kandiller boş yere yanardı boş yere yanardı içimizdeki gizli dehliz gözlerin tutuşurken aklımı dudakların çalardı dudakların bir sabah vakti kirazlar çiçeklerinden habersiz biz uykunun ortasındayken nedensiz göç ederdik geceyi yağmalayan yağmurların kaldırımlarına tenimizde dolaşan damlalar ayırırdı bizi kedersiz - kanatırdı yağmur, sokak lambalarının altından geçerken biçimsiz gölgelerimizin dağıldığı metruk evleri - serpilirken göç yollarına yağmur silerdi izlerimizi izlerimizi ve tenimizi ilk günkü gibi anımsarım seni parmaklarımı yitirdiğim tenindeki ateşi nasıl çözülürdü unutulmuş bir dilin harfleri çöl kumlarında yiten asur’un eski laneti su mermerleri, firuze mavisi ve tanrılar yeraltı saraylarında ağır aksak bir ayin taş köprünün üstündeki babil gecesi ve bir rahip dizginsiz bir kralın ayakları altında savruldular kral mırıldanırken şarkıyı kuşların uçması bile yasak: “kalbim orada bir bahçe istedi kalbim dinim kadar eski kalbim gaddar ve korkak” neydi bizi böyle huzursuz kılan babasını öldüren lanetli bir tanrı mı düş içindeki bir bahçenin aslı mı çamurla kaplı olsa da adem’le havva’dan sonra en büyük ayrılığın öyküsü ur-napişti’nin yani nuh’un öyküsüdür gemisine yalnızca yeryüzünün küçük bir suretini alır -yeryüzüne atılmakla, yeryüzünden atılmak aynı sürgünün öyküsüdür sırrı tutmayan bir nehrin anaforunda adınla adım arasına düşen kırağı kuşlar bu kadar yakın durmasaydık kavuşamazdı ağrıya yaralar bizi böyle tedirgin böyle erkenci kılan içimizdeki hırsızdan arta kalan tıkırtılar kan, sunak ve yıldızlar ansızın delirirken bir köşede çöpleri boşaltırken ya da telefonun ilk sesinde daha kalbim atarken bir büyücünün elinde sirenler çaldığında herkes sırtını en sağlam duvara yaslasın çünkü kaptanı öldüren çürümüş teknesinin enkazı değil ama herkes öyle sansın adını duymadığım bir ülkenin şarkısını söylemiştin bana: “söyleyememenin sıkıntısı mı bu teninin ilk rengi mi günahın arsız yolunda rehavetin tatlı meyvesi mi?” şarkın kitabeler kadar özlüydü itiraflar kadar saldırgan kurbağalar kadar ürkek coğrafi keşiflerle açılırdı gözlerimizin kör atlası dilenciler peygamberler ve panayırlar korkuyla vebanın, entrikayla sarayların buluştuğu kargaşa devirleri gizli koridorların saklayamadığı soluk yüzlü bir sultan boğazın ipe direnci şehzade sınırsız bir kederdedir zehir ve kase kefen ve ipek bir minyatüre asla işlenmeyecek “çünkü ben” dedi yaşlı kadın “burada öldüm ve bir gün daha yaşamak için çizmelerine köpek gibi süründüm. beni rahmimle aşağıladılar bu yüzden karanlıkta uyuyamam” bir daha uyuyamadık eski tazelikle bir daha uyuyamadık köle pazarlarında birkaç akçelik şaşkınlığımız yitik bir pişmanlığın kavruk duaları anlayamadığımız yanlarımızın büyüsü bir bir eksiliyordu eksiliyorduk sevişirken gözcü görevini bırakır kırık bir testi ve şaraba sızılmış bir uykudur dolunay ve birkaç yıldız, iki gölgenin üstünde tasasız adımları korkak, adımları hırslı, adımları sessiz gizli toplantılar, mezar bekçilerine rüşvet yakalanırsak bir sürgündür ölüm başarırsak sınırsız bir şehvet vadiye inen iki gölge yağmalanmayan ne kalmıştı ne kalmıştı içimizdeki göçten geriye hamallar kervansaraylar ve karasinekler hazinelerimizi gömdüğümüz sevişmeler soyunduk ve girdik birbirimize dudaklarımızda zamanı lanetleyen kelimeler ama burada da güvende değildik küllerimizi savuracaktı günler yaşlı kadın hala bakar penceresinden toplama kampının çirkin duvarlarına tel örgülerle çevrilmiş acılarına “uçmaktan korkar mı bir güvercin anlattıkça korkarım rüzgardan da” son sözler sevgilim son sözler söylenceler tanrılar ve harabeler aklımın çalılığına takılırken güzelliğin eksilirdi suda yeşeren hayat eksilirdik birbirimizden seni bu bahçede bu havuzda arkası gelmez bir çağın din savaşlarında parmaklarında titreşen suyun tufan yarattığı bu dünyada ilk günkü gibi anımsarım GECİKMİŞ KADINLARIN GÖLGESİ Çok insan tanıdım, bu yüzden iyi bilirim Kaç parçadan oluşur bir fikir ve bir fikirde kaç kadın vardır Ama kadınlardan açılmışken konu Anlatayım size, anlatayım kadınlardan oluşan Şu kış gecesinin közlerinde biriktirdiğim kokuyu Kadınlık durumundan başlayayım Şu zarif taş çağından kalma yabanıl birikintilerden Birikintilerde yeşeren bitkilerin dengesinden Bakmakla biriktirilir mi bunca insan Bakarken yuvarlanan anıların yumağından? Ama bir kadınsa ağzımızda bunca çiçek açan Beklemekse, aramızdaki bunca kelimenin adı Savaşan onca kahraman Süt ağızdan şehvet ağza arızalanan Kılıç, hançer ve çıplak ellerimizde çırpınan Onca kadın, onca çığlık odalarda savrulan Sahi, hangi yürek bekler sevgilisinin üstündeki Kan akan aşkının dudağında yuvalanan son Sözcüklerin dehşetinde çırpındıkça İniltinin kemirdiği Bir aşkın geleceğini Kim bekler sevgilisini birkaç saatten sonra? (Mezarlıklar bekleyen aşıklarla dolardı bu dediğim olmasa!) Hmmm...kim bekler sahi? Ama kadınlardan açılmışken konu Ve bir daha hiç kapanmayacakken Sinema afişlerinden Sokaklara Bir Bir Dökülürlerken. Kıskançlık Aldatma Gözyaşı Cinayet mahalinden sallanan bir kol gibi Canlı yayında gülen bir çocuk kameralara Anlatmalıyım size anlatmalıyım Çarıktan çizmeye uzanan Külotlu çorapların sutyensiz asriliğinde Dalgalanan şampuanlı saçlardan fışkıran Teşhirin mayasını Eğer büfeciyse Bir kibrit verip yerine para alıyorsa Ve aldığını bile fark etmiyorsa Siz ne söylerseniz söyleyin Yanıtı hiç değişmiyorsa Yarın buluşalım, teklifinize “Erken, birkaç yüzyıl geçsin, sonra” diyorsa Dağılıp bozuk paralar gibi şıngırdayarak cam tezgahın üstünde Artık dönmez diye beklediğiniz para hala dönerken Uygarlık dediğimiz bunca gürültü ardınızdaki caddeyi kalabalığa boğuyorsa O şimdi bir bujiteridedir Kadınlara kadınlık satar Bir rujdan kemik bir saç tokasına Alımlı ve baştan çıkmaya dünden razıdır bakışları Ama hayran olunacak bir patron var aranızda Size eskimiş, pörsümüş dostluğunu satar Dostlukla ne yapılırsa? Sizinle ev haliyle gülüşmektedir Patronu gelince Kapatır rujunun kalın dudaklarını Boynunda kalın halkalı kolyesi İskelede duran serüvenlere açık bir tekne Her harekette kadınca dalgalanan Dalgalandıkça kıvamını bulan Ah o kadınlar! Gölgelerini bile seven o kadınlar! Şimdi birahanede bir garson Ve geçici bir çirkinliğe sahip Saldırırken tüm kurbağalara Teker teker öpüp Fırlattığı duvarın dibinde yüzlerce ölü kurbağa “Bu da değil!” derken hırsla Ve iki gün sonra Telefon açıp yalnızlığınıza “İki gündür gelmiyorsun.” derken sorumsuz sevgilisini azarlar havasında öpülmemiş bir kurbağa gibi vraklarken her bir mazeretin arkasında ah o kadınlar! Kimi burnuna değdirirdi dilini, kimi çıtlatırdı parmaklarını tam bir seferde yirmiden fazla Kimileri de utanmasızca girerdi uyluklarına gecenin Herkes yerini uzun süre bilemezdi Beklemezdi bu son olsun, diye bir erkekten bir kadına Ahlamaların vahlamaların ağızdan ağıza bir sürü mercan Borca konuşuyor olsam da Bir rehinciden bir notere Bir bildiğim vardı belki, bunca yıldan sonra Ama onu gördüğümde, anladım ki, kimileri bendim Kendisine has utangaçlığıyla seslenir ağzında kuytuları beklemenin Ben o zamanlar kelebekler beklerdim diz boyu tarlalarda biraz ekin Ve çok beklerdim kendimi kimi zaman Ağlarında çırpınırken kelebeklerin, Çözülüp dağılırdı kanatlarımda uzun yolculukların Çocukların dağıldığı uykularda Biraz daha uzun kalsaydım camekandaki o yansımada  Çok insan tanıdım, bu yüzden iyi bilirim Kimileri öyle durur ve kalır ölene kadar Kimileri kırar kemiklerini geleceğin Katlanamaz ikiden fazla insana Oysa ben Beklemeyi kendine öğretenlerdenim Çok geçmiştir gözümün ucundan gecikmiş kadınlar Porselenlerini onlardan daha iyi şıngırdatmasını da bilirim Ciddiye alırım hayatı gişelerden başlayıp ve turnikelerden biraz ötede Vapurların marketlerin metroların olduğunu bilirim Dedim ya, her şey birkaç adım ötemizde Ehil bir köpek gibi gündüzün kapılarını zorlayan geceyi beklerim Bu bir duruştur ve herkes biraz bundan alır Alır ve koyar bir kavanozdan bir kovaya Çocuklar hınca hınç bağırır, çünkü bulmuşlardır ve sonra... Ve sonra sıkılıp unuturlar fırlatıp Kaybolacak eşyalar diyarına Dedim ki sana: “Kaybolmadan da durabilir eşyalar; iyi istiflerlersen diğer eşyaların yanında” Kırılıp baktın, oysa istiflememiştim seni anılarımın tozlu ambarında Çünkü sen böcekleri sevmezdin...böcekleri ve ağlarında içi boş savrulan kelebekleri Hijyenik lavaboların parladığı mutfağın alacakaranlık uykusunda bir reklam Işıtıyor karanlık yanının öte yakasındaki şehrin soğuk ve tenha bulvarlarında Son kış rüzgarının hafifçe eğilerek sana bakarken geçiştirdiği bir şehrin bez afişlerini Üst geçitlerin üstüne yapıştırılan afişlerin yıpranmışlığı var dudaklarımızda Kaç kez ayrılabilirdik böyle? Kaç kez sevişebilirdik diz üstü ekinlerin Akşam üstü rüzgarıyla üstümüzde savrulduğu Tenha bir ilkbaharın tenine bulanıp tane tane. Ameliyat masasında kalan bir kol gibi duruyor Öylesine bağımsız Ve öylesine çıplak Yol kenarına bıraktığım araba Pantolonumdan fırlamış bir cüzdan Göbeğinde bir karınca Sutyenin saçlarının arasında Bakıyorsun bana Bakıyorsun tamamlanmış bir hüzün gibi Varlıkla yokluk arasında Hangisi öncedir pek söyleyemem Öncesi hangisidir, sonrası hangisi Kabuk değiştirir gibi bir öğle...ağaç kışkırtmıştır kuşu tünesin diye Hangisidir sonrası, hangisidir hiç olmayan Başım dallara takılı o en uç dalların tepesinde Devrilircesine bir gökyüzü ve çarpıp bir “Çimenlere basmayalım” tabelası titrerken hendekte Gecikmiş kadınların ince çorapları kaçar gitmenin unutulduğu yerlerde Kim savunur kadınların eteklerini rüzgara karşı ve kim avutur kum kalelerin içi boş odalarındaki erkek atığı hüzünleri Sinema salonlarına düşen yıpranmış kelebeklerin çırpınışlarını da iyi bilirim Büfeden başlayıp tuvalete sürüklenen seçkin hüzünleri de Duruştan duruşa ayak değiştiren kadınların bakımlı bekleyişleri Kadınların ayakkabısından çıkan çıplak parmaklarına geçer Son bulur karanlıkta fısıltıya dönüşen gecikmeler sarışın bir kellede Oysa demiştim sana: “Hala gecikiyorsun; gölgeni yanına almayı unutma!” Gölgelerimi karıştırıyorum, diyerek geçiştirmiştin öğleyi kirli bir yatakta Olgun muydun, yoksa çürümüş bir elma mıydın pek seçemedim Bir avludan geçip bir çiti aşarcasına onca insan Beklemenin verdiği değerleri bilerken gül kurusu bir öfke “Bak! Şunu da yaz. Beklerken koca bir ağza dönüşür halklar” “Senin etinden neler yaparlar erkekler Ve ne kadar sıvı akar bir sevişmeden sonra Toplamında alkol ziraatı çocukların sektiği” “Ah!” dedi “Kış eniği! Korktuğun için anlayamadın oyunun gösterdiğini! Tanrı olmaksa dileğin, burada herkes tanrı. Kapat artık ağzım dediğin şu eğri çalan gediği!” Sustuk mu küstük mü tam bilemedim Ezbere bir öfke gibiydi; öfkesini sevemedim Televizyonu kapattım, sonra dayanamayıp sessizliğe tekrar açtım, radyoyu açtım gazeteyi açtım Sıkıntıyla paketlenmiş coğrafyasız bir demet Kaçıyordu insanlar biz bir yere gitsek Kibarca reddediliyorduk bölük pörçük Kovulmadığımız ev kalmadı “Acaba bir eve mi yerleşsek?” Uygun bir gözyaşıydı sıkıntıyla burkulmuş Tecavüze yeltenen balık etinde bir elma Kitap okumayı beceremem ama, kitap gibi bir cümle ağzında: “Kadınlar beklemeyi bildikleri için aldatırlar” Bıkmış mıydım kusmuş muydum tam bilemedim “Bunlar kadın dergileri için uydurulmuş sözler,” dedim Bıraktı üstüme üstünde ne varsa; kızıp tartaklar diye beklerken Oyuncağını bulmuş gibi kısa sevinç çığlıklarını boşaltıverdi. Gecikmeler son bulsa diye, saatlere yalvaran bu bakış niye? Sen hiç bende kendini çözmedin, öyleyse bu dağınıklık niye? Kaç gecedir ağzımda bu kirli tat....Ne? Bu muydum? Tam olarak bu muydum? Bir Şef olarak Tanrının bütün otel odalarında konaklayacak bir ruha sahipken Bir metrdotel Belirsiz bir ayakkabı bezi gibi rasgele yerlere fırlatılarak Öyle durup bir köşede Bir ayakkabı bezi kadar yer kaplayarak Ve bütün bunları umursamadan! Bu muydum? Tam olarak bu muydum? Gecikmiş kadınların gölgelerini yıkayıp Sonra onları taş avlulara serip kurutan Bir avlu bekçisi ya da Babası bakkala sigara almaya göndermiş de Ne alacağını unutup geri dönerken “ne alacaktım? ne?” diye Bir babadan bir tanrıya...hele o yaşlarda ne kadar yüksektedir tanrı! kendi kendini yaşama soğuk tuttuğu için Kasım güneşiyle didişen bir eşik? Herkes haddini bilmeli, değil mi? Yani herkes Yani bile bile Bunca umutsuzluktan Bunca...ama allah da yapraklı bir dal almış Elleri sanki arkada Biz de onun arkasında O yaprakları tadabilmek için arkasından Bile isteye Bir ağıla sokmak için onca kitap, onca peygamber Tövbe tövbe! Günaha giriyorum kasıklarının sarsıntısıyla Çok insan tanıdım, bu yüzden iyi bilirim Kaç parçadan oluşur bir kadın ve bir kadında kaç fikir vardır Kadınlardan açılmışken konu Ve bir daha hiç kapanmayacakken Anlatayım size, anlatayım gecikmiş kadınların da Gölgelerimizin yorumu olduğunu Ama önce şu duruşunuzu değiştirin! Kantinde, kafeteryada ya da ne bileyim Evinize gelen bir kızı etkilemek için Kadın duyarlığı deyip Okumadan ele aldığınız gecikmiş kadınların gölgesi Şiirinin bu kısmında Farz edelim ki, saçları dökülen kocanız ya da sizi terk eden sevgiliniz Yoklasın beynini iki kurşunun aracılığıyla Hemen yoklarsınız belleğinizi Ve dersiniz ki “Anlamıştım zaten, buraya gelmeden önce Gözleri pusu kurmuştu parmaklarına ve kandırmıştı bilerek Bir karnavala kortej eşliğinde gitmenin bedelini.” Nedensiz sonuçların olduğunu bilirsiniz Sonuçsuz nedenlerin de olduğunu. Ama çok gördüm ben Kesim odasında delirip de Böğüreceğine “Ben şairim” diyen ineklerin bolluğunu. Neyse ne Kelimelere kalsa bir insan Yani zamansız ve zeminsiz kalsa Virgülle ayrılsa sevinçleri Noktayla hüzünlerinin ilk harfi büyük yazılsa Yani gramerine uygun sevişirken İki sevgiliyi kısa çizgi hecelerinden ayırsa Küsüp bir sonraki sayfaya geçip sırt sırta Ne bileyim, işte böyle bir şey İnsan kelimelere kalsa. Erkek cinsle çekilmiş cinsiyetsiz bir allah da olabilirdi bu Dişi cinsle çekilmiş bir kenevir de Anüsüne papatya koyduğumun prensesleri - bir cinayet hoşunuza giderdi, değil mi? Zorlarsanız, bunun da cinayet olduğu haller vardır belki.- gövdelerimizi hor kullanan bir aşka kim katlanabilir kim katlanabilir deliklerin yabanıl oyunlarına! Ve hangi insanda yoktur ki bir delik Geçiştirmesin bir ömrü deliğinin ağzında! Evet, böyledir Evet, böyledir kelimelere kalsa Dilimi buran şarap, aklımı biliyor; Bukalemun hızıyla yutarken her nesneyi Her kokuyu yapıştırırken anılara Kendine benzetirken her duyguyu Renk renk Parça parça Memendeki benden, sevgilinden kalan armağanı okşarken Kışkırtıcı bir üslupla Boğazına yapışıp gözyaşlarım ıslatırken otel yastıklarını: “DAHA NE İSTİYORSUN! AKLIMIN TIMARINDA BİR HANEYİ HAPSETTİN BENİ! VE BİR BELÂ Kİ NE SENDEN ÖNCE, NE SENDEN SONRA!” Altı numaraya oyna, dedi elleriyle boğazını ovarken Yapacak iş bulamayanların bıkkınlığıyla Pencereden bakarken bir ulusun mayıs akşamüstü 18:43 durumuna Kendisine köklü istekler vermediği için Lanetler okuyordu tanrısına. Ben mi? Tabii ki üzgündüm; karşılığı yoktu iç çekişlerimin Uzun yıllar olmuştu ki, içi böcek dolu bir bavul gibi kendimi hissetmeyeyim Ve bir tavukçunun düşü gibi –neydi çocuğun adı?- Deliklerine birer maydanoz sapı koyup teşhir etmeliydim vitrinlerde Dişlerinden kemiğime geçen yalnızlığının bekaretini. Aşk mı, dedin? Dördüncü ayaktan sonra. Ne bileyim, Belki onun gözlerinden söz açmalıydım sana O at hırsızı gözlerinden Ya da ne bileyim Şirazesinden çıkmış Öylesine dağınık Ve öylesine toparlanamaz. Nefes nefese “şu duyguyu parçala içimde; bir erkek yetmiyor Çevrelenmiş sokak sürtüğü dişi bir köpek gibi, eğilmek istiyorum her Erkeğin şehvet rengi gözlerinde! Karanlık duvarlara savrularak ve suçumu hiçbir zaman İtiraf etmeden...öldür içimdeki rüzgarı...bit ayıklar gibi çıt çıt...veya bırak böyle kalsın! Sonsuza kadar orospu ve sonsuza bu kadar yakın!” Bakma bana öyle Ben trajedilerde kahraman olamayacak kadar korkağım Yaşayacak kadar açıkgöz Aldatacak kadar bunak Tabii ki onu karımla aldattım! Karım mı? Karım, söylesem de inanmaz Kim bakar benim gibi anıları olmayan birine Çocuklarıyla oynarken bile, müşteriye hizmet maskesi takan Taktığı yerde hep bir başkasını bulan. Sahi kim bakar benim gibi bir adama Kıllarımın aralığından en sert kış rüzgarları geçmedi daha. Otel katibi söyledi O sinek yedili gibi duran katip söyledi Obur bir iştahla diline kadınları takarak O mayısın şiddetle sıcağı söktüğü öğle sonlarını aydınlatarak “Sabahın erken saatinde güneş tutulacak.” Önce bir bıçakla halledeyim, dedim bu işi Sonra cinayet aletinin büyüklüğünden ürküp Geçti cinnetimin gülüşünden bir jiletin tazeliği Sözcüklerle doğramalıydım bir aşkın geçmişini Kedilerin köpeklerin iştahını kışkırtarak Ve tutulurken güneş bir çöp tenekesinin dibinde Neredeydi karanlıkta kulağıma fısıldayan ağzın bu kirli torbada Ve neredeydi memelerin, canlıyken zorluk çıkarmıyorlardı bana!, Ah! bunlar içimdeki burgaçların narin oyunları Yüklemiyle bu kadar oynanmamalı nesnelerin Akla dehşet öyküleri anlatmamalı bunca sabahtan sonra Yitiklerin zaferleri kanla yazıldı Acizliğimi ucuz gazetelerin manşetine taşıma! Kelimeler, dostum kelimeler Kelimeler, şarapla iyi gider Bekledim Evet, bekledim Sanki bu, yapılabilecek en yetkin eylemdir. Onunla aramızdaki sınıra en yetkin kelimelerimi yığdım Sabun kaçmıştı gözlerime Bu yüzden yüzümü bol suyla yıkadım Ve dedim ki en içten tiksintimle Anlık duygularını sayfa sayfa açıp Hiçbir rüzgarın yıkamayacağı Gemisiz bir kaptan gibi: “sensiz de vardım biraz önce, sensiz de var olacağım biraz sonra duygularına dümen kıracağımı sanıyorsan, yanılıyorsun” çok insan tanıdım, bu yüzden iyi bilirim bir fikirde kaç bakir anı vardır ve bir insanın en zayıf tarafı neresidir iyi bilirim. Bu yüzden her aşkta aşağılanır gibi bir duygu “Hadi canım, Hugo Ball’ı nasıl bilmezsin,” derim. Dedim ya, belleğimdeki kayıtlara kalsa Bunca yaşama provasında Eli yüzü düzgün bir aşk Oturmadı kucağıma. Boşuna mı yüzlerce kez saatimi bir saat ileri alıp Sonra bir saat geri alıp sizlerle cemaat ilişkisi kurdum Bozulunca ya da ne bileyim, kırılınca Onca saati boşuna mı aldım. Bakın, sizin için şiir yazarken bile -hay amına koyum! Neydi lan biraz önce aklımdaki kelime! Damağımı şaklattım Damağımı şaklattım ki, uyansın Boşuna mı ısmarlıyorum şarapları Uyan arkadaşım! Uyanmaktır her keşfin adı. O altındaki ipi kesen sirkin son cambazıdır Gösteriden mi sıkılmıştır Yoksa gösterinin kendisinden mi, bilinmez O kadar yüksekten düştüğü halde Çığlık atmak aklının ucuna bile gelmez -oysa sen, ben ya da birileri onun yüksekliğinde gördüklerini bir ömür boyu anlatarak övünür ve der ki: “Kalabalığın üstünde bir yalnızlık vardır ki hiçkimse tasarlayamaz bu yalnızlığın bedelini.” Ne demiştim en son Ne demeliydim kendime Ansiklopedilerde bulunmayan bir isim Gibi çevirdim sayfaları kendime Şimdi diyebilirsin ki bana: “Tırnağımla şöyle bir kazıdım altından uzun bir öykü çıktı tutkularının kanırttığı acılarını bana taşıma!” hayır, dostum hayır. kır bildiğin bütün kelimelerin belkemiğini anladım, diyorsan anlamak taciz etmektir biliyorum, diyorsan bilmek çökeltidir nasıl başladı, diyorsan anlatayım aklımın elverdiği ölçüde Allah’ın bana bahşettiği O kabus açan çiçeğin tomurcuk halini Ama anlatmalıyım önce Gecikmiş kadınların aceleciliğine Yetişmeye çalışan gölgelerin yorgunluğunu Bir yangının kundağına yerleştirilen Çığlıkların yanık yorumunu GRİ ÖLÜ Denizi gören bir yükseltide oturuyorduk sanki. Beni görmek istermişçesine başını hafifçe ağaçlığa çevirdi. Gözlerini aradım üstümde. Birkaç damlayla üstümden geçti. Parmaklıkların üstünde dengesini korumak için öne eğildi. Tişörtünden tuttum. Gri bir ceset uzanıp duruyordu aramızda. Konuşmaya hangi sözcükten başlayacağımı dudaklarının kıvrımına bırakmıştım. Oturmuş muyduk? Sanırım oturmuştuk. Gezegenden gezegene açılıp kapanan dudaklarımızı kımıldatmadan. Geri dönüşlerle rahatsız olmuştu. Ayaklarının üstüne kalktı. Sahi, oturmuş muyduk? Gri bir allah batıp çıkıyordu aramızda...hâlâ tapınılacak bir şeyler kalmış gibi. Döndüm arkama baktım. Dedim ki: Söylediklerinin bir karşılığı var mı? Yanımda, gölgeye düşen bir yaprak gibi kendi çevresinde dönüyordu. Perdeleri kapattım. Saklanacak bir şey varmış gibi, kapattım perdeleri. Hışırdadı. Böyle değildi, ama hışırdadı. Elleri hep böyle miydi? Saçlarımdan uzak tutmak için, uzaklaştım. Elleri hep böyle miydi? Bir demirin soğukluğuna tutunarak. Oturdu yanıma. Oturdum. Bir şey miydik ki bana yaslanıp böyle içten içe içime sızıp karşılıksız duruşu midemi bulandırıyor. Karşılıksız duruyordu. Gözlerini kaçırıyordu. Hala gözlerimi kaçırıyordum kendimden. Dedim: O zamanlar pek küçüktüm; kendimden bile küçük. aklıma yeryüzü yatmazdı, dut ağaçlarının yapraklarına sığınıp seyrederdim insanları...dedim ya kendimden de küçüktüm, ağzımdan kayıp düşmezdi sözcükler ve arsızca bakardım kedilere...bir tekme bir tekme ve gavur karıncalar! Taşı alıp ezersin, sarı olanlarını en çok da; yuvasından çıkıp çalışana en büyük eziyet olsa gerek bir başkası olmak da. Dedim ya, aklıma yeryüzü yatmazdı. masallara bu yüzden inanırdım ve daha gerçekti yeryüzünden...Hangi balık düşlerimin içinde yüzen balıktan güzel olabilirdi! Sıkılırsan ağzına bir dut atarsın ve karnın tok ve pek fazla isteksiz ağzında gevelerken, gevelerken ilk sözcükten son sözcüğe geçen zamanı ağzında.... Dedim ya, sağır olup kör kalacağıma cami avlularında, kendime yeni karalar bulmaya zorluyorum her adımda, her adımda bir gökadadan diğer bir gökadaya. Dedi: Küçük oyunların samimiyetiyle yanıp tutuşan bir kedi ciddiyeti, dilinizin istihzai çağlayanından şıp şıp damlıyor...(dudaklarını büzdüğü köşeden seslenerek) bir başka zaman anlatsan anlardım, ama şimdi...zorunlu muydu bu? Bir öfkenin ağır ağır yoklaması mı, yoksa bir başka yerde karşılığı olan birikmiş ilintisizliğin göstergesi miydi. Dayanamayıp sordum. Dedim: Dilinizin? Yerini bul, dercesine bakışını gelişi güzel salladı. Ağzımı açtım, sanki bu her şeyi eski yerine yerleştirebilirmiş gibi; öyle kaldı: Ona ne diyebilirdim? Baktı; ona çok uzak bir yerden baktı. Bir yerli olamayacak denli uzaklıktaydı bakışları. Bana oradan baktı. Oturuyorduk sanırım. Bir şeylerden söz ediyorduk ya da hep ben konuşuyordum, çünkü bu ses, hep erkek sesiydi. Kımıldadı, kımıldadım. Eteğini çekti; bir kadın olmaktan çok, bir çekişti. Sırf bir çekiş. Bu çekişte evinin düzenini, aldığı eşyaların rengini, sevgilisinin adını ve ona neler giydirdiğini rahatlıkla görebiliyordum. Saydam bir balık gibi, memelerinden aşiyana, birazcık elbiseyle örtülemeyen etinden sarkan bir ergenin son darbeleri çocukluğuna. Dedi: Ne zamandır böylesin? Yani bu kadar? Anlıyor musun söylediklerimi? Niçin hep susuyorsun? Bakmadım. Bu artık ağır geliyordu. Bakmadım. Sözcüklere kalsa, biz şimdiye dek kaç kez...Saatime baktım. Zamanım var, dercesine kafamı salladım. Umarım anlamıştır. Umarım bir kedi gibi oradan oraya bir parça bellekle gidip gele. Paramparça bir bellekle. Ne kadar varım, diye yokladım kendimi; yeni kullanma kılavuzlarıyla ürkütüyordu yaşam. Dedim ki: Bu şeyler bizi nereye götürebilir. Trenler mesela. Trenler, vapurlar bizi nereye götürmeye çalışıyor. Yani...hızlı olunca bir şeyler, acımasız oluyor. Mesela sen. Oradaydı. Hiç olmadığı kadar oradaydı, ama toparlasam kendimi...Aslında kafamı karıştıran şey, bir anda bu kadar fazla şey olmasıydı. Evcil bir köpek sever gibi, elimi tutup okşamak istedi. Elimi ellerinden kurtardım ve baktım parmaklarıma, ondan bir şeyler bulaşmış mı, diye. Anımsayınca bir kez daha baktım. Dedi: Sana verdiklerimi geri ver. Çirkin bir ses, mahallenin arasında dolaşıyordu. Ayaklarıma kadar gece renginde bir utanca batıyordum. Güneşin son ışıkları denizin üstünde son kez kıpırdıyordu. Dedi: Oturalım mı? Kapıları olan bir yerdi sanırım. Güneşin son ışıkları, son. Demir kapıların gıcırdadığı. Sokak köpekleri gibi, biri başlayınca hepsi gıcırdadı, hepsi TRAFİK Sonra, trafikte küçük bir kalabalıkla ön koltukta oturan arkadaşlarına bakan ve onların kırık bir oyuncakmış gibi duruşlarına aldanıp "nasıl geçmişleri olabilir bu insanların" dediğin anda "tanrım! Ne işim var burada! Bu duruşu ezberleyemedim daha" derken; içinden nehirde yüzen dal parçaları gibi kelimeler geçerken unutup andığın aşağılayıp bağışladığın ne gözlerini kısarken aradığın dayanak ne bakakaldığın geceye asılmış bir gölge gibi kıpırtısız sanki kutsal kitaplar okunsa yani bilinse Yecüc'le Mecüc Dabbet-ül arz falan bu kıyamet daha anlaşılırmış gibi geliyor insana Bir kıyamet, tuhaf duruşlarla bakıyor ön koltuklarda kanla kutsanan. Bu aptalca bir şey yani şimdi söylesem bu kadar da olmaz, dedirten ama eteklerimi çekiştirirken buluyorum kendimi kanı silip atamasam da bir şeylerin karşılığı değilmişim gibi küçülüyor kelimeler ağzımda sözlüye kaldırılmış öğrencilerin bir daha kaldırılmadığı bir yoklamada karşı duran onaylayan silkinip de kurtulamadığın ne varsa parçalanmış araba camlarının görünüyor aralığında. Öne beş adım atıp alınca ağzındaki sigarayı "Siz de arabada mıydınız?" sorusuna ilgisizce bakıp aptalca bir soruyu gözlerine devredip şaşkınlığımıza bakıyordum. Sahi, evrenin ortasında böyle içi boşalmış durmak bir ayağını diğerine terk edip insanlara bakmak seven okşayan sıkıntıyla üstünden attığın ne varsa hatalarımızın kurbanlarına çağdaş bir bakışla bakıp üstlerine ikinci katı atınca herşey daha anlaşılır mı olacak herşey daha kabullenilir mi kim birkaç saat önceki yaşamı hatırlayacak kösnül heveslerle geçiştirdiğimiz deri değiştirirken yaşamdan korkan başka şeylere dönüşürken acımasız ve her zaman haklı olarak neydim ki daha ne olayım yaşam mıydı en son aklımda kalan ama yine de dalaşırken içimdeki geçmişle kimsesiz kalmakla yalnız olmanın ayrıldığı bir köprüde konuşarak bir dehşeti yatıştırmaya çalışan bu insanların içinde atık bir beden gibi kentin sokak lambalarıyla içinde solucanları barındıran denizi seyrederken seyrederken kiraladığımız duyguları sevişme sonrası huzursuzluklarda limanını arayan kararsız gemilerin gömüldüğü denizi dokunarak söverek hissetmeye çalışırken avcumda biriken avcumda kuruyan kanı tanımadığım birilerine göstererek "Hepsi bu muydu? Bu kıyametin bir tanrısı yok mu?" biraz şaşkın biraz ürkek kaza sonrası saçmalamaya tipik bir örnek psikolog bakışı. Ya benim doğrularım yüz binlerce onaydan geçen bir fikirden daha az mı değerli! METRDOTEL PANAYIR Hep yalnız mı olur evlenince böyle insan Çocuklar neşeyle, rengarenk, koşuşturmalarında Can kurtaran botları Botlarda dev karıncaları cüce kokan Eğer olsaydım çocuk, çocuğum olsaydı Yıkılmazdım kolayca kimi zaman...küf kokmazdım Kim bilir nasıl da parlıyor kelime düşen Panayır halkları; az uyumak haklı gösterir insanı Haklı gösterir insanı kimi zaman Efen...evet, efendi halliceyim. Bakmayın bana efendi halliceyim. Birilerini öldürsem, komşularım “Hiç de öyle birine benzemiyordu” Hiç mi hiç. Benzemiyordum kendime kimi zaman Tutmak sorun değil. Ayakta kalmak sorun prostat. İstesem tutabilirim. Eflak Boğdan. Tutabilirim ellerimi Hiç mi hiç acımadan...istesem? İstesem...istemem, istemem Zarara sokar bu bakıştaki parlak davet, sanki yeni ölmüş gibi, Kimseye haber vermeden...ölü, intihar istatistikleri şiiri’nde Güzel miydi peki şiir? Sanmam, içinde fazla çocukların dolaştığı Ucuz şekerlerin hışırtılı kağıtlarının sesinden parmaklar kıpırdadıkça Bayram bayram ağzım ağzım etobur bir sirk çadırı Söz sarrafı yok ki “Bak bakalım, ne kadar ederi var bu illetin?” İstesem...istesem sevebilirim seni kimi zaman Derinine, derinliğine çökmeyince sözcükler, çökmeyince derinliğine Sığlık, cinayetti cinayetti cinayet. Panayırlarda unutuyorum kendimi Hani o kim daha içli şiirler yazıyor diye yarışan kadınlar varmış ya Kaç akrabası ölmüşse bir bir sayan Ve ölümlerdeki ağıtlardan kendine içten içe pay çıkaran Sahi, kaç ayrılıktan düştüm kendime? Başı sonu belirsiz kaç yalnızlıktan? Tunç ayakları kaplanın O ayakları ticaretler getirdi Ticaretten ticarete gemilerin ambarları Zeytin yağı, şarap ve sınırsız bilgilerin merakı Aynada bir cinayet halesi, Sıkıntının, boğuntunun ivmesi Tentelere uzanan gergin halatlar ve içimde geviş getiren kervanların Umursamaz develeri. Ter-ü taze fırlamaların tiril tiril laf atmalarını sırtında duyan Genç kızların hazırcevap tetikteliği Çekerse de bir bacağım, kasılarak Bir sonbahar gecesini, gecenin penceresini sisteki duman Bekle! Beklesinler gururlu cüzdanlarıyla yemek artığı tabak, çatal, bıçak Beklesinler tufana az bir kala Beklesinler Onan’ın taze gülleri bir bir açılacak Onan’ın sade, Onan’ın sarsak; bacaklarına halklar sarılanların ihaneti: Bacaklarına sarılmak? Koltuk altlarından fışkıran ucuz parfümün bahar Bahar havalandırma deliklerinden Aksıran bacalar? Külot kıvrımının gergin saldırgan cinleri İçimizde sürüyen yaban hayvanlarını nereye gömeceğiz? İçinizde sutyen, içinizde külot, içinizde delikleri aşkların Sağa dön, sağa döndüler ev kaçkını bir hevesle Cep telefonlarının mesajları yok muydu ki, böyle hevessiz kalakaldım Deliklerine papatyaları Yerleştirdiğim aşkları. Deliksiz mi kaldım! Yok değil. Bu da değil böyle sürterken kötücül bakışları ifrit mirası Bir delik? Nedir ki! Nedir-ki-nedir-ne? Boylu boyunca asılmış Hışmın gergin damarlarındaki bin heves kanların patlak İsyanını, o küçük, o masum, kırbaç gibi şaklayan Servisin süreğen deliği...nedir ki? Bilet al, top at, halkayı geçir ve çıkışı bul alık dalgın balık! Hiç mi hiç derlerdi, hiç mi hiç, ısrarla gözlerini açıp Heyecan tikiyle kapatarak Böyle birine, derlerdi kuruyan damaklarını ıslatırken aceleci, Benzemiyordu, şaşkın, söyleyecek sözlerini sarf edememiş gibi Tutuk, inançla ve tanrıyı da anarak, hiç, hiç Ve inananlardan biri: Başkası yapmıştır da, bu zavallı metrdotelin üstüne atmıştır! Bu adam, bu hayvan, bütün bunları yapamayacak kadar korkaktır. Yirmi iki yıl On üç ay on bir gün aynı iş yerinde çalışacak kadar korkak! (oysa o bile üç yıl, üç ay, üç gün katlanabilmişti! Marangozun laneti!) Peki ben? Kendime inanıp bunu yaptım mı? Peki bunu yaptım mı? Dışlanmış bir sürgünün çürüyen isteksizliğine kapılıp Ya, böyle miydim. Deliksiz yara, sölpük kaplan. Dövüş horozu Gibi saldırıp çil gibi dağıtarak. Hınçla! Gayretle! Aşkla! Pompacı Murat, gaza bastı son sürat. Son surat. Değiştim, değiştim gibi gibi Atlıkarınca Dönme dolap Son servis Son yemek Son peygamber Son allah Allah...allah...allah...allah...allah...allah Çıt kırılıyorum Bir soluğa iki nefes Ve her soluğa tutunarak Çok mu oluyorum ne Çok mu oluyorum sana aldırmadan Örtük delikleri döllemenin Döllerken bir aşkı, aşka rağmen Acımadan. Yaşlı kaplanın son günü ve o bunu bilmiyor Yaşlı kaplumbağa hımhım at nalı Ya böyle miydim. Deliksiz yara, sölpük kaplan Horozum, derdi de, dağıtırdım çil çil. Hınçla! Emriniz? (Dürterek ve kip kip) Emriniz? Dedim. Şimdi mi? Evet. Kesintiye uğramaz mı? Bazen, bayramlarda, bayramın ilk günü falan. Tamamen mi? Evet, tamamen kapalıyız efendim. Kapılar, pencereler, ızgaralar falan, anlarsınız ya; yani bu, çeşit bir çeşit kapalılık durumu kapalılık. Sahi, kapalı mısınız kimi zaman? Evet efendim, kapalıyız alabildiğine örtük ve herkesin anlayacağı biçimlerde. Kapıda dikdörtgen bir alamet, yazar orada da, kesin olsun diye, herkes yerini bilsin diye. Sonra kapıları kaparız, son servisin kaldırmaya zar zor yettiği kalıplaşmış gülümsememizle. Müşteri olamamak nedir bilir misiniz hiçbir yerde? Nereye gitseniz orada da çalışırsınız bütün garsonlarla birlikte; dayanamayıp “ben metrdotelim” lakırdısı ağzınızdan çıkarken, yalnızca bizim dilimizde bulunan o içtenlikle döker sırrını: O dilde koyar tabağı masaya, ona göre hesap gelir, ona göre bir saygı: Aynı mutfak listesinde bulunan alınacak kalemlerin ortak birlikteliğine benzer klon nezaketiyle. Sıkılmaz mısınız kimi zaman, mesela...mesela kadın olsam? Hayıf erendim, sık, sık bir çandan alamet camilerimizi, kütür kütür kültürümüzü...ben o kadar çok doymam. Niye böyle duruyor içimdeki yabancı; sana kaç kez vurdum aynı içtenlikle oysa Sonra kaç kez düştün yüzüstü! Kaç kez azınlık kaldık: örneğin pikniğe gitsek, onlar yanaşmazdı uyumsuzluğumuza aldanıp Evlenince birbirimize mahkum olmayı öğreniyorduk içimizde bir ton açığı hüznün Televizyonlara da bakmıştık oysa, ne kadar varsa sıkıntı; üç gün süren o kar Kral lear’daydı galiba, hani yeteneksiz aşçı yılanbalıklarıyla börek yaparımsı bir tatla geçti araba, kırmızı olmasını ben istedim ve öyle oldu. Sanki hiç servis açmayacakmışsınız gibi uzak durmayın! Kuver? Peki siz istediniz, öyleyse anlatayım; anlatayım bir geçmişin inceliklerini ve nasıl anlatılmalı bir geçmiş, bunları üşenmeden bir bir anlatayım Anlatın anlatın! Yemek yerken ilgisiz durmak canımı sıkar her zaman! Siz hiç, bir kadının bacakları arasında uyudunuz mu? Karımsa, tabii ki uyudum ve uyurum. Ayrıca, bu sorunun sınırları çok muğlak, rahatsız edici, irkiltici vs Üstün körü bir biliciliğiniz var! Oracle falan, anlarsınız ya! Yabanıl duygusuna yer bulamayan bir iç çekiş! İncelikse, dilinize vuran iki anlamlı sağlam çift bir dikiş. Peki incelik? Daha ne olsun! Soğuk sabahın sislerini berkiten üşümeye bile bir ad verdim Peki peki anlatın, yemeğim soğuyacak kelimelere kalsa Sizi sevmesem de anlatacağım, siz istemeseniz bile! Sevgililerimden bir sevgili, günlerden bir gün şu tıfıl, şu çiğ soruyu sordu: Beni seviyor musun? Eee! Sen ne karşılık verdin? Çorbada tuzum olsun diye, kalmak için birilerinde mesela, bir kadın susamışsa atmığıma; birden çok dönmek isterse zırt pırt, bir üstte, bir altta, hırsını alamayıp yan yana; doldururken, doluyken doldurboşalt istasyonunda, marşımızla yeri göğü inletirken nakaratı: “YALVARIRIM BIRAKMA! HAH! HOH! HUH! HUH!”. Sigara payı oluyor suskunluk, peçete, havlu falan, anlarsınız işte (herkes geçmiştir böylesine bir yalnızlıktan); geç kalmış bir yolcu, elinde zaman aşımına uğramış biletler, mola yerleri ve itiraf renginde salyalı onamalar ve bitmiş, gitmiş “BIRAKMA! BIRAKMA AŞKIM! HAH! HOH! HUH! HU!”. Sölpük köpek! Bam! Ya! Bam! Ya! Sümüklü bam! Ya! “Hah! Huh! Haa! Ha!”. Biraz sessiz ol, çok bağırıyorsun (apartmanlar, bilirsiniz işte, kağıt duvarlarla yapıştırılmıştır daireler birbirlerine). Ha? Hah hah hay allah! Hay hay hay allah! Hah! Huh! Hayallah! Allah allah hayallah! Kötü oluyorum! Hah! Huh! Hayallah! Çıkar içimmmden! Allah allah hayallah...allahuekber allahuekber...Hah! Huh! Hayallah! Hah! Hıh! Hıı! Hı! Hı? Çorba, çorba dedim. İçin için içinde kalmak. Daya kaşşşığı! Çevirrr! Hah! Huh! Hayallah! Şöyle kaşığı eline alıp çevire çevire! Afedersiniz! Yemekleri yemeden buradan çıkışım mümkün mü? Bir kadın bile olmadan, katışıksız, sıkıntıyla terleyerek ve din-lemeden? Paltomu oturtmak için omuzlarımı oynatırcasına; yeryüzünün son güneşi mütereddit parlasaydı bile...karavana atığı bir gövdeyle, kişiliksiz tiz bir sesle, boğum boğum olmuş sokakları seyrediyordum. “sevgilimin saçları sarı bu gün kalmaz ah-ı vahı sencileyin koyakların rahı sevgilimin saçları perma.” Kalksam, size bile duyurmadan? Hep yalnız mı olur insan evlenince böyle insan Panayır halklarına aldanan; alış veriş keyfine düşen paraların bozuk tıngırtısı Aşk aşk aşk diye çırpınan iki teneke Dönünce, karınca kararınca, el yordamıyla yumruğunu sallayıveriyor insan Aşk söküğü saçlarını sımsıkı tutup “Bağırma! Komşular duyacak!” çekerek Çekilmiş çürük bir dişi dişçide bırakmanın; kavgayla sevişme arasında sırat Cehennem bir yaratıkmış en eskiden, en eski dillerde soluk alıp veren: Lazımlığında ruhlarımızı karıştırırken Sıçarken dolu lazımlığa Miskin miskedi miyavyavru sineme sinsin Sin sin Hmmm...saatte geç olmuş; seansı yok filmlerin seyredilecek. Hmmm...ne açıktır ki, Türkiye’nin bu saatinde? Geç olmuş! Anahtarın bile kilidini açamayacağı denli geç. Dönüp geldiğim yoldan geri dönsem? Hangi sokağa sapsam? Kılıcımı kında tava getirip göbeğimden sarkan zırhımın her adım sonunda, tıngırtıların ninnilerini ağzım açık çisentiden damlalar kapsam? ( Hayallah! Cümlenin başında neydim ki, sonunda sokağın ne oldum? Hiç kimse hazırlamaz mı bizi bir sokağa, bir benzetmenin şaşırtıcılığına, ne bileyim, sonuçsuz bir bekleyişe?) Sonra? Kadın ne söyledi gençliğinizin duvar tırmandıran kösnül gözü karalığınıza? Kocasız şehvetiyle bekler sandıydım; girdim bahçeye. Şimdi bile andıkça...bir utanç, gereksiz gizli bir ziyaret gibi geliyor orta yaşımın gevezeliğinde. Nasıl anlatayım size? Öyle bir bahçe ki, sanki yeşil de yeşil, yeşil de yeşil! Dal dal, yaprak yaprak, çiçek çiçek! Alnıma koala çarpacak! Perdeler tül, perdeler edepsiz! Bakışlarıma kara çaldım ve indim röntgen şehrine. Bir kadın ki, memuriyetten soyunacak. Korktum ve geri çekildim. Sanki sonu acıklı bitiyor, sanki bir kadın gibi bitiyor. Ağzımda uygunsuz yakalanmanın kuru tadı; saatimin sesinden binalar yıkılacak! Hala aklımdadır memelerinin şuh süt tadı, ama yine de ne fark eder, sonu insanla bitecek, ne facia değil mi? Eee...sonra? Nasıl buraya kadar gelebildi küçücük bir konuşma? Parmaklarımı çıtlattım; bu ikinci inişimdi bahçeye ( Gerçekten, nasıl geldik buraya? Her insandaki bu gizli dehlize?). Haklısınız, kadın bahaneydi; aklımda bir bahçe ki, ne bahçe! Sakınmadan bir sigara yaktım. Oturur gibi bir hali vardı. Tedbirsizlik işte, kapandı perde, sarsıldı perde, açıldı perde kavuniçi rengiyle. Seyirci bir kişi bile olsa açılmalıydı perde. Kanepeye uzanmış, az biraz çıplak; çıplaklığa doymamış bir şekilde. Kıvrıldı kıvrım kıvrım her kadının istediği haliyle. Şimdi bile saralı bir nöbet aklıma geldikçe. Tuhaf, sanki kurgu anlattığınız? Yapay dildökümleri sonbahar yaşınızın, sıkıntınızın, değil mi? Ha ha ha! Kurgu mu! Seni gidi mıymıntı budala! Sağaltır diye aidsi, yirmi binin üstünde çocuğa tecavüz edilen Güney Afrika’da, gösteri yürüyüşünde açılmış bir pankart: “Gerçek erkekler tecavüz etmez”. Dip akıntılarıyla sürüklenirken, herkes son sözün kendinde kalmasını bekler, ama buna rağmen itiraf ediyorum sayın bayım: Sizin gibi canlı bir ölüyü ömrümde görmedim. Ben aklımın bahaneleriyle büyüdüm, siz ise bahanelerin aklıyla büyümüşsünüz. İyi günler...iyi günler! Budala! Kaçma! Bir iki kavramla geçiştirilebilir mi bir yaşam! Budala! Sanki ne olduysa, nasıl akıl ettiysem bir taksinin sonbahar kıvamında yol alışına arkamı yaslayıp unutuşun bu türüne dalarak mideye inen bulvardan caddelere, sonra apartmanlarla lanetlenen sokaklarda son bulan karşılıksız bir iniltiyle eciş bücüş kelimelerle yaptıklarınla bir günü kanıtlarmışçasına karına mır mır mırıldanırken bulunca bahanelerimin çocuksu geçerliliğini acizane fark ederken daha kelimeler dökülmeden dilimden, kendimden utanıyorum. Utanıyordum gerçekliğimden. İNTİHAR İSTATİSTİKLERİ ŞİİRİ’NDEN 1. Tren Tuvaletlerindeki Kadınlar Otur yanıma eski hüznünle Kırılmış bir bardak gibi toplarım odayı Hastane koridorlarında buluşur Kırık dallarına asılı yaprakların Sonbahar yapraklarını titreten Rüzgarda dalgalanan kompartıman yorgunu Titrek gövdelerin koltuklara vurduğu sırtların Tutarsız kıpırtıları Cinayetti cinayetti cinayet Geç gece yolculuğu bir mola daha Aynalarda kalan iğrenç kokusu Uykusu yüzümün Kaçamak adımlarının fısıltısı Cinayetti cinayetti cinayet Boğulmuş çocukların sesi vardı Boz bulanık bir nehre bulanan Sesin, dedim, sesin Rengini yitirmiş Cinayetti cinayetti cinayet Saydım Kaç oda gerekir Ertelenmiş bir hesaplaşmaya Kaç damla süzülen Gözyaşı sessiz Cinayetti cinayetti cinayet Otur yanıma eski hüznüm Kaldır aramızdan Misafir ağırlamalı gülümsemeni Unutkanlığınla aklımı budama Cinayetti cinayetti cinayet 2. Sabaha Karşı Bir İbne Tuhaf bir düşüştü Ölmeye yetecek kadar Yetişmem gerekliymiş gibi Aşağılanan aşklarıma Ben değil de Bir başkasıymış gibi Tramplenden bir eskiz Düşerken çığlığımın kuyusuna Kahve falında oysa Yarının acısına Yeni korkular ekleyip Bir pencerenin açık kanadına Soyulmuş portakal olsa Muzır bir bakış Gevşek teğelleri Sevişmelerimizin Ya da sızacak kadar konyak Kim derdi ki Yaşlanmayı bile beceremeden Böylesine acele Böylesine çıplak Betonun merhametine Sığınarak Kim derdi? 3. LOTARYA ZENGİNİ BİR MADENCİ Umut muydu, umutlanma isteği mi Bilemedim, üstünden kaç ay geçti Kendinden kaç kişi öcünü alabilirdi Bir ev satın alıp Gün boyu televizyon kanalları Ölürcesine tıkınarak Yok, kalkmadım üçlü koltuğumdan Kalkmadım günler boyu Kaç ay geçti Kaç ay geçti (Bir temenni mi, yoksa bir soru mu bu?) Bekledim, sonu vardır sandım Bekledim Yemek yedim, bekledim Televizyon seyrettim, bekledim Sonu vardır sandım, bekledim Yok, kalkmadım üçlü koltuğumdan Kalkmadım aylar boyu Kaç gün geçti Kaç gün geçti (bir beklenti mi, yoksa sudan bahanelerle gölden kalkan ördeklerin kanatlarının kuruluğu mu?) Dedim ki kendime Gülerek, dedim: Tanrı beşinci gün sıkıntıyı Altıncı gün televizyonu yarattı (Gülünç, gülünç değil mi!) Ara sıra gülerlerdi de Ne olurdu sanki Sahi, ne olurdu Hayal sipariş etsem Ne olurdu? Hazımsızlıktan Ne olurdu? Geğirip Geğirip büyük bir Göt deliği olana kadar 4. ASKERİN TÜRKÜSÜ Allah vardır, değil mi Hiç bu kadar kuşku duymamıştım Allah var, değil mi Doğruyu söyleyin Yoksa doğrarım sizi Taygada bir yılkı nedir ki Bir mermi nedir ki Yoksa aklımı mı doğrasam Bir allah nedir ki! Son sözlerin ağırlığını unuttun Unuttun mu verili sözlerin geçerliliğini Gazetelere düşmüş kirli bir kapak Bir kaşık nasıl evrilir ki Söz verirken demiştim Bilirsin zordur som balığından Bir akıntıyı aşırmak Bir uzantıdır sokaklar Bir uğultudan bu saate Aklını yerine koymak Çok çiğdir et pişerse Bir gülüşe kalsa kahkahan Bir basamak Senden ödünç aldığım Parmaklarıma bakma Kahkahaların dedim Kahkahaların işaretparmağımdan Bir tetiğe basamak Çocukluğumun avucunda Çırpınan böcekleri 5. KAZAEN HİPHOP virajları bu kadar erken koyma, dedim sana çekil başımdan bir aşk varsa vardır yağmurun değdiği bahar yapraklarında içkiden değil, içkiden değil bir şey çekiyor beni direksiyonun kımıltısında söz verme, demiştim, söz verme yalnızlığıma Yaklaştıkça ev evlikten çıkıyor Yıldızlara bakıp bir geleceği bile göremeden Söz verme en azından, Araf’ta çıplak bir gece Hiç değilse borç ver yalnızlığıma Ulan ben! Ulan ben hiphop dinleyecek adam mıydım bir kadın yüzünden! Sonsuz gecenin koynunda bir amip gibi hızla ilerlerken Severim, dedim. Severim, dedim ama Adını unuttum söyleyenin Birazdan gelir aklıma Bu daha derindir...bu daha belirsiz senden önce Milattan önce Bir kuyu Sıkıntıyla evreni bir draje yapıp İçmekten bile daha delice Kaza süsü verip kendine Sirenlere poz verip Poz verip rol gereği kırık bir boyunla Gereği lazım fikrimce 6. KARISINDAN TERK BİR MEMUR Benzin bidonunu boşaltınca üstüne Cinnet der insanlar Önyargıdır bence Yalnızlıktır bu, kötü kokar Hayır, benzin değil yalnızca Şeyler de kötü kokar Ne bileyim işte bir el Yanyana duran iki sandalye Tuvalet havlusu Apart oteller mesela Ne kadar temiz olsalar da Kokar Kötü kokar Saksılara ne kadar çiçek koysanız da Kokar Kötü kokar Ben bilmezdim Yani ondan önce bilmezdim Boşlukların doldurulma zorunluluğunu Önceniz yoksa, sonrayı bulmak da zor oluyor hani Köksüz ağaç, derler ya...benimki ağaçsız bir kök yani Yeryüzünü tanımayan, tanımak da istemeyen Kağıdın yanışına öykünüp Kül Hiçbir yeri dolduramayan O temizler ben yansam da Bilir nasıl yapılır temizliği bir odanın Bir evin Anıların Hatta biraz ileri gideceğim Unutulmuş bir kocaymışım gibi fırında Afedersin... bağışla Bazen Bazen bir not bırakmalıymışım gibi sana Altlı ganyan dergilerine gömülüp Senden bir af dilenmem asla Bir bahis bu Tanrıyla benim aramda Ama sen de hak verirsin Kalabalığına boğduk bu evi Onlara kendimizden yer açtık Ama kelimelere kalsa Yaşamak her zaman pazarlık Birçok kaçışı var bu dehlizin “Kendine iyi bak falan Çocuklara da” Sanki bunların çok önemi varmış gibi! HEPSİ BENCİLLİKTEN İBARET! 7. İPTE BİR KÜRT KIZI Dedim babama: Alacağın bir can Bundan ötesi var mı daha Fareler gibi kemiren Kemirirken dahasını isteyen Kan pıhtısı durur Hâlâ çenemin altında Son seçimin zorluğu bu Bu ölüm haklı gösterir beni Bu ölüm haklı gösterir belki Şöyle başını açıp öfkemi kusar gibi Yıldızlardan söz etmeyin Onu bilmedim bilemem Yağmur yağınca kirli bir avlu olur Yeryüzü en fazla Her şey değişecek derken Kerpiçten saraya Göçmen kuşlardan öte Bir daha dönmemek andıyla Toprak faresinden sümüklüböceğe Kendinden bir adım geriye 8. OTUZ ÜÇ YAŞ İNTİHARLARI Evimi temizledim Telefonda bir dost “gel” falan diyor “biralar benden.” “Yok” dedim “gelemem; işim var” televizyonda aynı lakırdıları tekrarlarken kahramanlar “yok” dedim “yok; gelemem. Gerçekten, işim var!” balkonda biramı içerken, şortumun içine elimi sokup hart hart kaşınırken “otuz üç yaş intiharları...evden uzun zamandır çıkmıyorsun; bir salgınmış ya da ağır bir hava saldırısı” güldüm...”saçmalama! yalnızca kahramanlarla budalalar intihar eder. Bense, budala olamayacak kadar kahraman, kahraman olamayacak kadar budalayım” TIKA BASA Eğer sıkışırsak herkese yer var Yer var gazete manşetlerine geçecek kadar Bizi kalabalık kılan onca insan onca kitap Kalabalığımıza katlanacak şehri geçmişinden koruyan surlar Her şey sende olsun...sen olsun Geceyi güdelim sabaha kadar. Diyelim ki serdengeçti bir pilotum Gökyüzüne en yakın saçlarına vurulmuşum Vurulmuşum yeryüzüne çakılana kadar. Eğer sıkışırsak herkese yer var Yer var ihanete sevişecek kadar Bizi masum kılan onca inilti onca tükürük Tüküreceğiz yalanlarımızı ayılana kadar Her şey sen olsun...sende olsun Nasılsa konuşuyoruz susacak kadar. Diyelim ki allahsız bir imamım Başın ağrıyormuş da göbeğine üfürüyormuşum Üfüreyim göbeğine cehennemin olana kadar. Eğer sıkışırsak herkese yer var Yer var salıncağın zincirleri kopana kadar Bizi hırslı kılan onca yokluk onca çekicilik Dolaşacağız bir şehri bekçileri uyutana kadar Her şey sen olsun...sende olsun Öpüşelim banklarda ayrılığın kendisi olana kadar. Diyelim ki yeteneksiz bir türkücüymüşüm Türkünün nakarat yerinde seni görmüşüm Görülmüş itfaiye arabaları sabaha kadar Eğer sıkışırsak herkese yer var Yer var sandalımız batana kadar. AKLIMIN ÇALILIĞINA TAKILAN ..ldım; geçip gitti tören alayı geçmişi yok, oysa dün konuştuk aynı içtenlikle sakarlığını bardaklardan, tabaklardan tanımıştım geçip gitti tören alayı; naylonlar, kağıtlar sürterken yerde dokunmuştum, bunun tarihi yeniydi bir tereddüde batıp çıkıyorduk tırmanırken gözlerim durgun yüzüne sen aşk diyordun, eskisi gibi uğramıyor evime bense bir balkondum, rüzgarın elverdiği bir yerde geçip gitti tören alayı... “kasaba sıkıntısı bunlar”, deyip kestirip atmıştın yaz esintisi, duvara düşen gölgen...mevsim böcekleri sanki ben olmasam kusursuz gülümsemenle bitirecektin geceyi bir şeyler oluyorduk zorunluluktan ama bırakmıyordu bizi yağmurlar, şehrin ışıkları, sözcükler geçip gitti tören alayı... çürüyüp duruyordu köpek dişim çürüyordu eskimek ve eksilmekten. yağmur geceyi yokluyordu yağmur seni ve beni... “gitmek”, diyordun, “gitmek bir balık gibi damlaların arasından sıyrılarak, erişmek için bir buluta kırmızı mercanlarla sevişirken, kılçığımın bile göründüğü belleksiz saydamlığımla, yaşamak için ve yaşamak adına...süzülüp sıyrılmak. ama gelişi güzel çiziktirilmiş bir kader gibi dineliyorum yanı başımda kokmuş bir balık...satılıyormuşum gibi balıkçı tezgahında” geçip gitti tören alayı; istekler, hüzünler ve gece sürterken yerde KARŞI DAİREDEKİ KADIN Bilinçli tüketicilerden söz ediyorduk Bir yaşamı tüketen bilicilerden Nöbette kendini vuran erin umarsızlığıyla geceye direniyorduk Korkuyla seyrediyorduk bizden bile geç yatan Karşı dairedeki kadının ışıkları söndürüşünü Geceye bizden ne kalmıştı ki, ayrılamıyorduk bir türlü. KAPIDA KALAN Çantamı karıştırırken, ellerim titriyordu. Birden aklıma sen geldin. Parmaklarım hınçla geriliyordu. Kapıların, koridorların karanlık köşeleri; bilirsin, birileri bekler bizi, bir şeyler bekler bize acımadan. O gün, hayır o gün değildi ya da bir gülüş...kırılıyordum kendime aldırmadan! Bir cadde olana kadar yürüdüm, bir sokak olana kadar. Biraz kadındım galiba, isteklerden yapılmış. Çantamı karıştırırken, bilirsin işte, korkuları destekleyen şeylerden... hani dokununca biraz tanrıça olduğun bir şey gibiydim. Bir kokuydun sana geliyordum. Köprüler vardı, bir de kalabalık bir iç çekiş. Eğrilip düzelen caddelerin parkları vardı en fazla gözlerin. Parmak uçlarıma kalktığımda göstermiştim en son meleği kuru bir gürültüyle düşerken. Düştüğünü görmediğin halde, sırf ben ben kalayım diye “evet,” demiştin, “evet, ben de gördüm!”. Balıklar böyle giderdi, balıklar böyle giderdi ve kendi kıvamında. Pencere tıkırtılarına uyanan yağmur damlaları gibi biraz dışarıda kalmak kadar bir yığın; avcuna döküp bir avcuna yığdığın. Biraz yumuşaklıktan arta kalan bir öpüş ve otobanların o anlamsız hızı. Seni de bu kadar sevebilirdim, acı ama, seni de ancak bu kadar. Sonra kırık bir topuk gibi kırılıp dağınık bir çantayla... biraz düşmekten ibaret bir savruluşla... birden aklıma sen geldin! Park irileşmişti yüzümün betonda yayıldığı anda. Bir şey miydim ki, bir çığlık, biraz kararsız gözlerinin sinirli gel-gitleri. Hayır, hayır ağlamıyordum. Gözümdeki çekingen bir gözyaşıydın en fazla belki. Ağlamaya yüz tutuyordum ki, sakarlığımın önünde yuvarlanarak alay eden bir gözyaşı spreyi. Parktaki bir bank olana kadar oturdum, biraz ben kalayım da sana geleyim, dedim ve oturdum. Otobüsler geçiyordu acımın ortasından, kalabalık otobüsler. Sonra acımın yaralarına bakıp kapılarımı kapadım, sana aldırmadan. Dedin ki: “Sen misin, yoksa ben miyim kapıda kalan!” Demiştim oysa sana: “Ben kapıyım! Sen nerede olduğuna karar ver!” Suratlarınıza çarpılan. Uzun bir öğle sonrasıydı. Bunu kendin öğrenmeliydin. Bütün öğle üstlerini kendin öğrenmeliydin. Sabun köpüğünün gizemini, ayakkabıların vurduğu yerleri, can yeleklerinin saklandığı yeri, bir bir ve üşenmeden. BAŞKASI BEN MİYİM, DİYE SORDUM ANNEME Başkası ben miyim diye sordum anneme Hem de bir başkası olarak yumuk parmaklarımla sana tutunduğumda Kaç dişim çıkmalı ki sorular sorabileyim babama: “Baba! Piramitleri benim adıma mı diktiler Niçin suya bunca ad veriyorlar: çay dere ırmak deniz okyanus Bunca isimle suyun kafasını karıştırdıklarını düşünmüyorlar mı acaba?!!” Kayra Naz olunca, karıştırmayacaksın değil mi beni diğer çocuklarla Acaba bir ağız yetecek mi sorularıma Başkası ben miyim diye sordum anneme Karıştırmazsın değil mi beni kibirli bir kurbağayla Ya da hayvanat bahçesindeki üzgün geyiğin boynuzlarıyla Babama güldüğümde, alınmayacak değil mi Bahçede yeni açan güller Bana kızdığınızda adımda ürkmeyeceğim değil mi Korkuyla ağzımı açıp sizi kandırarak “Hayır! Yaramazlık Yapınca adımı değiştiriyorum! Adım, Gölgedeki Küskün Gölge. Kızgınlığınız geçince Kayra Naz! Bu yaramazlık size az!” Başkası ben miyim diye sordum anneme Örneğin yeni doğmuş bir keçi yavrusu olabilirim Daha kırmızılaşmamış bir domates de Öyle olunca sevilmez miyim bu büyük bir sevgiyle Diyeceğim ki babama: “Hey baba! Yoğurt olmak üzere bir tencere Süt olsam bile beni öpmeyi unutma!” Ama sanırım Sizlere benim oyunlarımı öğretirken çok yorulacağım Babama okumayı öğretirken Anneme kendi pabuçlarının da ayaklarıma uygun olduğunu anımsatacağım Bir başkası ben miyim diye sordum anneme Zor olmasa gerek her yaramazlık sonrası beni Affetmenizi sağlayan bir gülüşü öğrenmek Çimleri yolmak, çamurlarda debelenmek Ali’yle sokakta tertipli, temiz yaşamasını öğrenmekle Ahmet’le cam bardakların fırlatılınca Kırıldığını denemek Zor olmasa gerek Diyeceğim ki size Bağıracak yaşa gelince Diyeceğim ki kulağınızın zarını çınlata çınlata: “Bu arkadaşlarınızın hepsi budala! Bağıracağım budalalıklarını tüm Amerika’ya! İlanlar vereceğim gazetelere televizyonlara Yol kenarındaki dev panolara...” Bir başkası ben olsaydım, bir ad verir miydiniz ki sanki bana!! Bir başkası ben miyim diye sordum babama Babam mantıklı adam Dedi ki ağırbaşlı bir bukalemun edasıyla: “Bir başkasıdır başkasıyla var olan, başkalarının bakışlarında. Bu yüzden, istesen de başkası olamazsın, başkası olamadıkça.” Anlamadım dediğini, ama her halinden belli gerçeği söylediği Anneme kalsa, dudaklarından öptüğü bir kurbağaydım Prenses olacaktım daha. ŞEHRENGİZ Bilirim nerenden başlasam eskirim sesim gürdür ama bilirim şiddetle açar gülümsemelerin düşlerin uyanır sen uyuyunca kapılar çarpar rüzgarda, pencerelerinse yağmurdan kalma erken düşen karın tedirginliğidir akşamın soluğu... bilirim. Bilirsin en çok nerede unutur insan en az nerede kıvrılır anahtarların loş apartman ışıkları açılan pencereden giren serinlik dışarıda kalırsa ev çiçekleri, bir öğleden sonra gökyüzü hala yerindeyse... bilirsin. Bilirim meydan muharebelerinde antika bir kılıçtır ete saplanan yağmurda irkilince saatler dışarıda çelik böcekler, bacalar, minareler asfalt yolda ölü kediler, ölü kedilerin öldürdüğü güvercinler...bilirsin. Bilirsin terk edilmiş evlerin isyanıdır damlayan musluk acıyan yerine dokununca parmak boşalınca raflar, karton kutulara yerleştirilince camlar, fotoğraflar, anılar...öyledir, anısız çıkamaz bir insan...bilirsin. Bilirsin kaçıncı öykünmesidir oturan için bir sandalye, yerleştirilememiş bir sözcük için, neyse her şiir bu şehir, dip not düşerken sokaklarını, caddelerini gözlerine...bilirsin. Bilirim çünkü en çok böyle yitirebilirdin muharebe meydanlarıysa, çocuklara kalan babasız bir mektup sokak lambaları direnirken geceye eski güzelliğine aynalardan bakar...bilirsin. Bilirsin konuştukça eksilir insan, yazdıkça büyür irin kirlidir oysa her temiz masa başıboş bir hayatın amorsunda, bir pakette yirmi sigara...oysa o saatlerde bütün sinemalar kapalıdır afişler, tabelalar, vitrinler, güdük adımlarımızda hırslı bir kahkaha gibi sarsılırken kalabalık caddeler...adı, içindeki gökyüzüne uzanan kuyuların adıdır. Bilirsin iki kişilik bir masada çökerken her şey, bir tufan neyse ve enkazda kurtarılacak son şey kendinse ve hala içilmemiş bir çay gibi oturuyorsan toparlanırken unuttuğumuz onca şey onca şey unutulurken masada: kalem, sigara, kinayeli sözler, zamansız yaptığın için utandığın bir el hareketi hepsi bir bir çırpınırken masada, sade bir kalkışla uyuşmayan ne varsa...oysa her şey sayılıdır vasati kırk çöp, otuz dokuzunun da kundaklanan her yangında siyah bir izi kalmıştır son çöp...eğer son çöp varsa, yaşadığımızı anımsatır. Bilirsin artık dönmek istemediğin bir evdir gece, uçsuz bucaksız bir dehlizdir anımsadığın her sözcük iki kişilik rehin verdiğin günlerin, bekler seni her şehirde...bilirsin.

Comments

rutubet said…
This comment has been removed by a blog administrator.

Popular Posts