kaptan bu da ne?
BADEM ÇİÇEKLERİ
Badem çiçekleri
Sen
Bir de hiçkimse
MÜRİT
Kapıyı uzun uzun çaldım
Sanki içerdeymişim gibi
Küçük Asya
“Acınız yoksa, sorunuz da yoktur” diyecektim ki,
Durdum; sanki telefon çalmış da sen evde yokmuşsun.
İkimiz de biliyorduk unutkanlığın her çeşidini:
Alıntılar, aşklar ve dolmuş şoförünün gözetiminde şehre inişimiz
Alkol ve küçük asya.
Kadınlar ve Küçük Asya
Kış ve alkol biçimsizleştirirdi yalnızlığımızın köşelerini
Kusmak ve işemek için şehrin kuytu köşelerinde
Bir kadın tenimize düşmeden eskirdi.
Demiştin “Ne çok yaşanmışlıkları var bu insanların,
Ne çok istekleri, bitip tükenmez anlatma hevesi; biz
Olmasak da aynalara havlayacaklar sanki.”
Güldüm ve eğildim ne diyeceğimi düşünmeden
Kendinden emin muğlak kulağına
“Yalnızlığımıza almıyoruz onları; çocuksu hınçlarını bağışla.”
BEĞENİ
Dağılırsa içilmez sular
Kaç giz sıkıştırır beni oysa
Bu yüzden yağmuru severim
Zorunlu bir saçaktır yerim
Ana caddede devrilir her zaman, alkol görevlisi bir memur
Gençler, sıkıştırır genç kızları kalçadan
Her kezinde isterik, devriye arabaları patlar ansızın
Durup bakmam; çok azıdır içinizdeki mirastan bana ne kalır?
Yok, değil. Ama birileri keşfedermiş gibi beni, dikizler gözlerimi
Gözlerinden kaçırdığım an; önemsemem ve bağırsaklarımı keserim
Keserim ve bu benim umurumda değildir: Değil, değildir her zaman.
Yalnızlık sayılmaz, çünkü istenmemişim de evde bırakılmışım gibi
Bir misafirlikten bir misafirliğe: Annemi bu yüzden hiç bağışlamam.
Sevgilim de oldu; olmadı desem yalan olur
Issız bir gezegene indiklerinde apar topar hızla kaçan
Çünkü ben en çok kokoreç doğrarım rüyalarımda, gerisi de
Anlatılamayacak kadar sönük...anlatılanı nasıl seçer insan?
Oysa kaç kız vardır kıllı yuvasını gösteren bu alkol şehrinde
Bacaklarına göz ucuyla şöyle baktığım:
Hükmedilmek onların da hakkı, ama ben taviz vermem
Çünkü bir kadında kaç sabah vardır? Yeterince demokratım
İşlerim kesat giderse, tezgahımı şu köşeye koyardım Çağlar abi dövmeden önce
Eve yollanırken bacaklarıma vurur bir hazin kara poşet
Midem bulanırdı ilk seferlerinde: Bir şeylerin sinmişliği bağımlılığı artırır
Buzluğa atınca iş tamamdır
Kaç giz sıkıştırır beni oysa
Ekmek içi çıkarttıranlara da pek kızmam, onları saklar köfte yaparım
Ya da güvercinler bulur onları meydanda
Birden gelirler, sanki gecenin o tenha saatinde birileri “genel açlık” düğmesine
Basmıştır da, herkes her şeyini hızla bırakarak
Boşalırlar tezgahıma, yutkunmalarını gizleyerek
Kimileri ısrarcı bir şaklabanlık hastalığına tutulur, kimileri
Sabırsızca sorar. Onlara karşılık verirken közleri yellerim: Tamam abi, şimdi çıkıyor!
Barlar sokağı tuhaftır
Herkes birbirini kaybeder gecede
Belki bu anlatılır
Yarım kalmışlık duygusu bu sadece
Parmaklarımın titremesi kış soğuğundan değildi, abi
Çağlar abimin beni dövmesinden çok önce
Bir şey vardı içimde, kuru gürültüyle devrilir gibi
İçime doğdu desem, yalan olur. İçimde çürümüştü belki
Küfredercesine konuşan iki tip
Hamamböceğiyle konuşuyormuşçasına...tövbe allahım
Şişman olanın eli tezgahta
“Beğenmedik” dedi biri; şişman olan ağzındakiyle yetindi:
“Sana da ananın donunun bereketi”
İkisini de bacaksız bıraktım kanlar arasında
Sonra güldüm mü, bilmem
Yaygaracı iki topal ördek, yayılıyordu sokaklara
Tezgahımı topladım, közleri savurdum buz tutmuş yola
Bir taksi çevirdim; bütün kokoreççiler bu gece nezarethanede nasılsa
Odamın ışığını açtım
Uyumaya yakın, dedim ki “Öfke biriktirilmemeli”
Şu camları da taktırmaya gerek yok, kış bitiyor nasılsa.
KÜS
Seslendim sana
İçi geçmiş bir tarifle
Dedim ki:
“Tuz, en alt rafta.”
Sonra, parçalanmış bir kalyonu yağmalayan kasırganın
Korsan çığlıklarına sarınarak,
Dedim ki:
“Tuz, dedim! Tuz, en alt rafta!”.
HAZIRLIK
Karton kutulara konur ve üstüne "kırılacak" yazılır
(gereksiz eşyalarla harcanan yaşam)
itilmişliğimizin bozgununda isteksizce devinirken
KOLUM KANADIM KIRILDI
EŞYALARI SEN TAŞI
HAZIRLIK II
Kanıtlanmıştır, taştır bu; örülünce duvar
Eli boş, bu gidip gelmeler hazırlıksız yakalanmanın şaşkınlığı mıdır?
Kimse kınamasın bizi: şaşkınlığımız kaç gramdır
Taşınmıyor bu lanet karton kutu!
Çıkmıyor içimizdeki yüzlerce ölü böcek!
-Kımıldama, boşalınca kırılır dayanıksız camlara yüklenirse gece
taşınmıyor seni alıp vermelerim
uyumsuz kılıyor toplanınca oda
her taşınmada, kamyona sığmıyor evler
KOLUM KANADIM KIRILDI
EŞYALARI SEN TAŞI.
AKSİ-LİK
Balık pişiriyordum mutfakta. Telefonla, kapı aynı anda çaldı.
Telefonun kablosu yetişmiyordu kapıya; telefonu fişten çektim. Sandalyenin
Üstüne çıkarak kapının zilindeki bütün kabloları kopardım.
Çünkü balık pişiriyordum mutfakta.
AİLE FOTOĞRAFI
“Ben Arjantin’e gidiyorum.”
Dedi peygamber babam: “Ben mi sahteyim
Yoksa allahım mı?” hepinize göstereceğim!”
“Durmak ne mümkün,” dedi annem
“şöyle keyfimce ayaklarımı uzatsam;
çamaşır makinesini çalıştıracağım daha.
Bulaşıkları verin krematoryuma!”
“Bunlar hep senin başının altından çıkıyor,” dedi abim
“nereden çıkartıyorsun insanların kimi duygularının delik olduğunu
ve bunları kimi zaman dike döke sokağa çıktıklarını?
Saçma! Kelimenin tam anlamıyla SAÇMA!”
Ablama kalsa, ben doğmadım
Dalgın gözlerle bir ara bana rastlasa
“Kardeşim, sen ne zaman doğdun?”
diye soruyor hala.
Bizim bakkal: “Savaş bitmedi mi,” diye soruyor
Hangi savaş diyorum
“O kadar çok savaş var ki, isimlerini unutuyorum!”
kardeşim ise çok dertli
“Her sabah gözümü açmak için bir neden arıyorum,
ama daha bulamadım.”
Ayağını sürüyor lavaboya doğru; ağzında salyası:
“Yaşamın biraz dışına taşmışım gibi geliyor bana.”
Kimdi O Peki Kedi, Ayrıldık mı Yoksa Hiç Durmadan
Durdum, bir masa boyuydu öfkem
Siz ayakta durup sonra nedensiz oturmuş muydunuz
Karşilikli çagin kuytusunda delirmiş miydik bir an
Kusacaktınız da karşılığınız mı olmuştum;
fırtına mıydı sağrınızda asılan
Ağzınızı tanıdım biraz erken,
perçinlerdiniz kalabalığını caddelerin
Dik bir yokuş, içildikçe çogalan bir gazoz
Ardınıza bakmadan kaçtığınız
Tanıdık bir koku...
yarım kalan
Hüzün, en çok siz gelince yenilirdi
Bir cigara yakımı ortopedik sevdanız
Sizdeysem bende ertelenen bir tetik
Yelkovanlarını kundaklardık sanki
deniz kıyısındaki çay bahçelerinde buluşmaların
Yalnızlığımız mıydı bizi ortalık yerde bırakan
neydi peki bu suskunluk, nasılsınız'lardan arda kalan...
Eğer bendeysen hızla soyunurdu tenin
Bir ev olurdu, hırslı bir kaçamak
Sen çiçek çizerdin
Ben böcek
kimdi o peki
karanlıkta asılı duran bir kedi fotoğrafı mıydı
birileri miydik ki, konuşuyorduk ardimizdan
ayrılıyor muyduk yoksa hiç durmadan
Noç
Müziğin sarmal deviniminde sıçrayan gecenin parlayan tonları: Ağır aksak söylerken Tsoy, her heceyi ayrı ayrı boyarken, mevsimsiz, iklimsiz, coğrafyasız ve insana dair ne varsa, öfkeyle bezginlik arasında tanımsız ve kitapsız bakarken notaların çektiği perdenin kızıl renginin araladığı isyana, sigaranın kalınlaştırdığı sesinin ayazında, düşlerinde ölümsüz kara panterleri beslerken ve dişlerimi sıkıp öfkesiz, perişanlığın kusursuz bir güç olduğu o anda, dişlerimin aralığından “bir daha asla” çakılırken yeryüzüne bu tümce, gelle gitin uzlaştığı biricik duruşun aralığında, kuru bir gözyaşı, hesapsız ve kimsesiz düşerken gözlerinden , aklımda eğrelti otları gibi büyüttüğüm, beslediğim adını ıssızlığının sapa yollarında ararken, meyvelerinin ağırlığına dayanamayan dalların yemyeşil, rengarenk çatırtılarında yada ıpıssız bir dalın, yalnızlıktan kararmış ölü çığlıklarını yeryüzüne savururken, düşüp de kalkamayan çocuklar gibi ve onların mantık dışı oyunlarında “sen, doktor ol”larından bir iki adım ötesinde bekleyen sınırlanmışlıkların sokakları, mahalleleri, ülkeleri, generalleri, sistem operatörleri, uyuz lakırdılarıma karışan bir aşk, başıboş köpekler gibi sokakları titreyen bacaklarıma doluyorsa, sonbahar yaprakları gibi yanıma otururken, mevsim yazsa sende üşüdüğüm, mevsim kışsa sende terlediğim sesin, kendini kendimden koruyan incecik bir zar gibi çektiğin Çin Seddi aramızda uzayıp duruyorsa ve karanlık bütün kapılarımı zorluyorsa, içi geçmiş bir tarifle tuzun yerini tarif ediyorsan, dudaklarım dudaklarının ılıklığını anımsayıp çıldırıyorsa, vazgeçmek, hiç bu kadar sen değilken, direniyorsa şehirlerim, yıkılmış surların üstüne çöken akşamın son ışıkları altında can çekişirken, suskunluğum hızla gevezeliğe dönüşürken, tam da bir şey olurken, bir şeye benzerken,
Dolunayın süt beyazına dolanmış yeşeren ağaçların yokuşun adımlarımı hızlandırdığı belki gelir umuduyla yavaşladığım gelir korkusuyla hızlandırdığım adımların sokak yolları terk eder gibi gittiğim terk edişi ardımdan koşan aksak ayağını duyamayacak kadar hızlı sutyenini bile giyemeyecek kadar aceleci giyinecek kadar çıplak ardımdan ev oluşun ıhlamur oluşun tenini anımsatan süt beyazına sinen esinti baharın taze yapraklarına bulanan gece tren seferleri biletler kentin göbeği geç mi kaldım saatleri ağlaya durduğum cam parçası kesiyor nerden bilebilirdim seni terk ettiğim kadar terk etmedi beni hiçkimse
durup durup seni düşünüyorsam, iskelede bir balıkçı, bilet satan Elazığlı çocuk, sarsıla sarsıla ekmek arası balık yiyen şişman bir kadın oluyorsan ve adın arzunun bütün halleriyse, suyun üstüne yarı et yığını bir somon gibi kılçığımı utançla güneşle örtmeye çalışarak vuruyorsam kalabalık bulvarlarının kıyılarına, kendimi karantinaya alıp yeryüzünü salgın hastalıkmış gibi suçluyorsam, adını adımla karıştırıp “yağsenmura” deyip sözcüklerle içimde gizli bir dehliz açıp beni kendinde aşağılamana izin veriyorsam, hala çamaşırlarını yıkayıp banyoya gerilen ipe ya da mevsim kışsa sandalyelere, koltuklara, kanepeye sererek elektrikli sobayı açıp kurutuyorsan, Cemal denilen pezevengin evine götürmek için kendine yedek pijamalar alıp “orası da benim evim, artık” derken, seni ince dilimler halinde doğrayıp Bizans’ın bütün kedilerine, köpeklerine yem etmiyorsam, sağanağa aldırmayan patikaların umursamaz bakışlarındaki gözlerine dalarken, seni bütün dillerde seviyorsam, geceyarısı bozacılarının sesinin yankısı mahallenin köşesinden dönüp yok olunca, televizyondaki cinnet haberlerini daha dikkatli dinliyorsam, sıradan bir konuşmanın arasında sarf ettiğin bir tümcen Machbet’in cadılarından birinin repliği oluyorsa, gebermekle gebertmek iki şuh kızkardeş gibi çırılçıplak koynuma giriyorsa, nasıl bu dilde sevilirdi, sevişilirdi...noç’u sayısız kez başa alırken, şarkıyla biterken, seninle biterken, sende terk ettiğim ne varsa ve yalnızlık, teşhir edilen emsalsiz bir mahluğun gözlerindeki korku gibi harflerin arasında çırpınıyorsa ve yalnızlık hicri 295 yılında yazılmış kutsal bir kitabın yirminci yüzyılda yağmalanmasıyla başlıyorsa....soğuk bir rüzigar var dışarıda.
Bir daha okumaya cesaret edemediğim kitaplar gibi...
Sokakları boylu boyunca kesen apartmanların dış kapısını ayıran bahçe duvarı seyirci dağınıklığı öte öyküler akvaryumda bir göl alışkanlığımızın dokunuşları gitmekle sararmıyor ki evler ağzımda debelenen dilimin kanıyla kestiğim ağzın dağılıyor çocukların rüzgarla tutuşturduğu çizgiler kuyular ipler nedensiz sabahları göz ucumuzun uyudun mu uyumuş muyum ilintisizliğimizin küçük burgaçlarına aldanan düş körelince kimseye yetmiyor ki bilenen gece.......
EĞER AŞKA DAİR BİR SORUYSA
Eğer aşka dair bir soruysa
Birileri dallarına taş atıp seni yoruyorsa
Herkes gittiğinde geriye yalnızca gece kalıyorsa
Çürük bir erik gibi düşüyorsan
Düştüğünü bile göremiyorsan
-Eğer aşka dair bir soru seni yoruyorsa
Kalkarken oyalanır mı bir kuş
Bulutları bekler mi bir öğle
Aylaklık kırışık bir gömlekte ne güzel görünür
Ne güzel bir telaştır geceden önce
Akşam yemeği ne güzel olmuştur
Ne güzel olmuştur bir günün yorgunluğu böyle
Sonra
Bir kadının mutfak yalnızlığındaki porselen tıkırtıları
Oysa yalnızlık
Geçmiş zaman koridorlarının
Ve günü geçmiş pişmanlıkların
İçi geçmiş özverilerin
Dostlarımıza paylaşımı değil miydi
Aşkın simyası buydu
Herkes ayrı bir element gibi girerdi
Ayrılıkları hep aynı soru
Açık unutulmuş bir hüzün gibiydik
Cereyan yapardı hep aynı korku
Sonra
Sonra film başlardı
Kahramanımız bir dalga kıran,
Sıkıca yeryüzüne asılırken
Dalgalar korkunç bir soru:
-Beni seviyon mu?
-Beni seviyon mu?
Öyle ya
Herkes içinde barındırırdı aynı soruyu
Aynı korkuyu
Herkes içinde barındırırdı
Kasırgasının içinde parçalanan sevgilisinin
Otopsi raporu zorunluluğunu
Film başlardı
Film başlardı ve hep aynı güzün soğuk bulvarlarına
Dökülmüş sarı yapraklarına bulanan yağmurun kokusu
Gayri ihtiyari paltolarımıza sarılırdık
Sanki çıplak birer ağaçtık da
Aşklarımız da bunların yegane sorumlusu
Sonra...
Daha filmin yarısında bile değilken
Bir sonbahar yaprağı aramıza düşerdi de
Biz tek biletliler
Tek kanatlılar
Terk ederdik çağdaş inlerimizin
Köhne sorularını
Öyle ya
Sinemalar ruh lokantaları değil miydi
Değil miydik hep önü sonu
Terk ederdik
Terk ederdik içimizde büyüyen harabelerin boşluğunu
-Eğer aşka dair bir soru
Seni böyle yoruyorsa
Oysa bütün düşlerden önce sen gelirdin
Sen gelirdin ve sığmazdı küllerimize eşkalimiz
Mevsim sonu satışları hava saldırıları ve belirsizlikler
Yol ağzında unutulmuş kararlar ve ertelenmişlikler
Beyaz perdede hep aynı ayin
Saatsiz bir tarihte kurgulanmış sahtelikler
SAVURDUĞUN BUNCA ŞEY
Telefonlara sarıldın, içinde telaşlardan yapılmış bir ağ
Televizyonda eski bir filmi seyrederken içinde oyun oynayan çocuklar
Pencereyi açıp bir öpücükler gönderiyordu dolunaya
Yağmur yağıyordu şehrinde
Dışarı çıkarken çantanı karıştırdın
-kararlıydın, kararsızdın, kararlıydın; her neyse-
Unutulmasın diye bir şeyler
Unutulmasın
Avcuna yağmur damlalarını davet ettin
En sevdiğin sokaktan geçerken.
Bir sokak köpeği aldırmadı
Sana ve yağmura
yanından geçerken
gözlerine dökülünce saçların
ıslak bankların önündeyken sola
küçük parkın içinden geçerken sağa
geriye doğru fırlattın
keşke yağmurluğun hışırdamasa
orda mı diye baktın
bulutların arkasına
görebilmek için
sıçradın
bahçenin önünden geçerken
biçilmiş çimenlere uzanmak istedin
gözlerini kapatıp
içindeki kuşları uyandırmadan
ARKASI GELMEZ
coğrafi keşiflerle açılırdı gözlerimizin kör atlası
yeniçeriler şövalyeler ve gizli ticari anlaşmalar
kahveyle tuzun şekerle karabiberin buluştuğu çarşılar
şatoların saklı odaları, sinsi kapıları
erişilmez saray duvarlarını aşan sis
korsan gemilerini kıpırtısız kılardı
mum kandil ve elyazması
günah tohumunu yeşerten şarap
içimizdeki teslimiyeti belerten gece esintisi
mahremiyetini yitiren isyan
kabuğunu sıyıran yangın
bizden ve bizi izler gibiydi
geceyi görünmez sütunlarla inşa ederken zaman
karanlığı beslerdi yıldızlar
hançerde parlayan ay
(melekleri duyabilmek için dikilmemişti bu rasathane
ama gökyüzü haritalarına not düşüldü mırıltılar)
simurg, kaknüs ve anka
içimizdeki sebepsiz teslis
yecüc’le mecüc’e set çeken zülkarneyn
içimizdeki golem’den habersiz
sırrı dökülmüş bir tutku
unutulmuş bir kavimdi geçmişimiz
bizi böyle mutsuz kılan neydi
neydi bileğimizden akan kanın rengi
damlayan kan, suyun seyri
bizden ve bizi inkar eder gibiydi
ortaklaşa bir hüzün
isteksiz bir hıçkırık, zamansız bir sarsıntı ve dinmeyen bir hiddet
kesik damarlarımızın küvetteki suya anlattıkları
dağılırdı saçlarımızın rüzgarı karalayan elyazmaları
masumiyetin son çağlarında
sevişmeye hazır bir kadının açık ayakları
açılırdı rahlede şehvet renkli bir kitap
damlayan mum
dökülen tuz
büyüyen dehliz
içimizdeki gizli teslis
kandiller boş yere yanardı
boş yere yanardı içimizdeki gizli dehliz
gözlerin tutuşurken
aklımı dudakların çalardı
dudakların bir sabah vakti
kirazlar çiçeklerinden habersiz
biz uykunun ortasındayken nedensiz
göç ederdik geceyi yağmalayan yağmurların kaldırımlarına
tenimizde dolaşan damlalar ayırırdı bizi kedersiz
- kanatırdı yağmur, sokak lambalarının altından geçerken
biçimsiz gölgelerimizin dağıldığı metruk evleri -
serpilirken göç yollarına
yağmur silerdi izlerimizi
izlerimizi ve tenimizi
ilk günkü gibi anımsarım seni
parmaklarımı yitirdiğim tenindeki ateşi
nasıl çözülürdü unutulmuş bir dilin harfleri
çöl kumlarında yiten asur’un eski laneti
su mermerleri, firuze mavisi ve tanrılar
yeraltı saraylarında ağır aksak bir ayin
taş köprünün üstündeki babil gecesi ve bir rahip
dizginsiz bir kralın ayakları altında savruldular
kral mırıldanırken şarkıyı
kuşların uçması bile yasak:
“kalbim orada bir bahçe istedi
kalbim dinim kadar eski
kalbim gaddar ve korkak”
neydi bizi böyle huzursuz kılan
babasını öldüren lanetli bir tanrı mı
düş içindeki bir bahçenin aslı mı
çamurla kaplı olsa da
adem’le havva’dan sonra
en büyük ayrılığın öyküsü
ur-napişti’nin yani nuh’un öyküsüdür
gemisine yalnızca yeryüzünün küçük bir suretini alır
-yeryüzüne atılmakla, yeryüzünden atılmak aynı sürgünün öyküsüdür
sırrı tutmayan bir nehrin anaforunda
adınla adım arasına düşen kırağı kuşlar
bu kadar yakın durmasaydık
kavuşamazdı ağrıya yaralar
bizi böyle tedirgin
böyle erkenci kılan
içimizdeki hırsızdan arta kalan tıkırtılar
kan, sunak ve yıldızlar
ansızın delirirken bir köşede
çöpleri boşaltırken ya da telefonun ilk sesinde
daha kalbim atarken bir büyücünün elinde
sirenler çaldığında
herkes sırtını en sağlam duvara yaslasın
çünkü kaptanı öldüren çürümüş teknesinin enkazı değil
ama herkes öyle sansın
adını duymadığım bir ülkenin şarkısını söylemiştin bana:
“söyleyememenin sıkıntısı mı bu
teninin ilk rengi mi
günahın arsız yolunda
rehavetin tatlı meyvesi mi?”
şarkın kitabeler kadar özlüydü
itiraflar kadar saldırgan
kurbağalar kadar ürkek
coğrafi keşiflerle açılırdı gözlerimizin kör atlası
dilenciler peygamberler ve panayırlar
korkuyla vebanın, entrikayla sarayların buluştuğu
kargaşa devirleri
gizli koridorların saklayamadığı soluk yüzlü bir sultan
boğazın ipe direnci
şehzade sınırsız bir kederdedir
zehir ve kase
kefen ve ipek
bir minyatüre asla işlenmeyecek
“çünkü ben” dedi yaşlı kadın
“burada öldüm ve bir gün daha yaşamak için
çizmelerine köpek gibi süründüm.
beni rahmimle aşağıladılar
bu yüzden karanlıkta uyuyamam”
bir daha uyuyamadık eski tazelikle
bir daha uyuyamadık
köle pazarlarında birkaç akçelik şaşkınlığımız
yitik bir pişmanlığın kavruk duaları
anlayamadığımız yanlarımızın büyüsü bir bir eksiliyordu
eksiliyorduk sevişirken
gözcü görevini bırakır
kırık bir testi ve şaraba sızılmış bir uykudur
dolunay ve birkaç yıldız, iki gölgenin üstünde tasasız
adımları korkak, adımları hırslı, adımları sessiz
gizli toplantılar, mezar bekçilerine rüşvet
yakalanırsak bir sürgündür ölüm
başarırsak sınırsız bir şehvet
vadiye inen iki gölge
yağmalanmayan ne kalmıştı
ne kalmıştı içimizdeki göçten geriye
hamallar kervansaraylar ve karasinekler
hazinelerimizi gömdüğümüz sevişmeler
soyunduk ve girdik birbirimize
dudaklarımızda zamanı lanetleyen kelimeler
ama burada da güvende değildik
küllerimizi savuracaktı günler
yaşlı kadın hala bakar penceresinden
toplama kampının çirkin duvarlarına
tel örgülerle çevrilmiş acılarına
“uçmaktan korkar mı bir güvercin
anlattıkça korkarım rüzgardan da”
son sözler sevgilim
son sözler
söylenceler tanrılar ve harabeler
aklımın çalılığına takılırken güzelliğin
eksilirdi suda yeşeren hayat
eksilirdik birbirimizden
seni bu bahçede
bu havuzda
arkası gelmez bir çağın
din savaşlarında
parmaklarında titreşen suyun
tufan yarattığı bu dünyada
ilk günkü gibi anımsarım
GECİKMİŞ KADINLARIN GÖLGESİ
Çok insan tanıdım, bu yüzden iyi bilirim
Kaç parçadan oluşur bir fikir ve bir fikirde kaç kadın vardır
Ama kadınlardan açılmışken konu
Anlatayım size, anlatayım kadınlardan oluşan
Şu kış gecesinin közlerinde biriktirdiğim kokuyu
Kadınlık durumundan başlayayım
Şu zarif taş çağından kalma yabanıl birikintilerden
Birikintilerde yeşeren bitkilerin dengesinden
Bakmakla biriktirilir mi bunca insan
Bakarken yuvarlanan anıların yumağından?
Ama bir kadınsa ağzımızda bunca çiçek açan
Beklemekse, aramızdaki bunca kelimenin adı
Savaşan onca kahraman
Süt ağızdan şehvet ağza arızalanan
Kılıç, hançer ve çıplak ellerimizde çırpınan
Onca kadın, onca çığlık odalarda savrulan
Sahi, hangi yürek bekler sevgilisinin üstündeki
Kan akan aşkının dudağında yuvalanan son
Sözcüklerin dehşetinde çırpındıkça
İniltinin kemirdiği
Bir aşkın geleceğini
Kim bekler sevgilisini birkaç saatten sonra?
(Mezarlıklar bekleyen aşıklarla dolardı bu dediğim olmasa!)
Hmmm...kim bekler sahi?
Ama kadınlardan açılmışken konu
Ve bir daha hiç kapanmayacakken
Sinema afişlerinden
Sokaklara
Bir
Bir
Dökülürlerken.
Kıskançlık
Aldatma
Gözyaşı
Cinayet mahalinden sallanan bir kol gibi
Canlı yayında gülen bir çocuk kameralara
Anlatmalıyım size
anlatmalıyım
Çarıktan çizmeye uzanan
Külotlu çorapların sutyensiz asriliğinde
Dalgalanan şampuanlı saçlardan fışkıran
Teşhirin mayasını
Eğer büfeciyse
Bir kibrit verip yerine para alıyorsa
Ve aldığını bile fark etmiyorsa
Siz ne söylerseniz söyleyin
Yanıtı hiç değişmiyorsa
Yarın buluşalım, teklifinize
“Erken, birkaç yüzyıl geçsin, sonra” diyorsa
Dağılıp bozuk paralar gibi şıngırdayarak cam tezgahın üstünde
Artık dönmez diye beklediğiniz para hala dönerken
Uygarlık dediğimiz bunca gürültü ardınızdaki caddeyi kalabalığa boğuyorsa
O şimdi bir bujiteridedir
Kadınlara kadınlık satar
Bir rujdan kemik bir saç tokasına
Alımlı ve baştan çıkmaya dünden razıdır bakışları
Ama hayran olunacak bir patron var aranızda
Size eskimiş, pörsümüş dostluğunu satar
Dostlukla ne yapılırsa?
Sizinle ev haliyle gülüşmektedir
Patronu gelince
Kapatır rujunun kalın dudaklarını
Boynunda kalın halkalı kolyesi
İskelede duran serüvenlere açık bir tekne
Her harekette kadınca dalgalanan
Dalgalandıkça kıvamını bulan
Ah o kadınlar!
Gölgelerini bile seven o kadınlar!
Şimdi birahanede bir garson
Ve geçici bir çirkinliğe sahip
Saldırırken tüm kurbağalara
Teker teker öpüp
Fırlattığı duvarın dibinde yüzlerce ölü kurbağa
“Bu da değil!” derken hırsla
Ve iki gün sonra
Telefon açıp yalnızlığınıza
“İki gündür gelmiyorsun.” derken sorumsuz sevgilisini azarlar havasında
öpülmemiş bir kurbağa gibi vraklarken her bir mazeretin arkasında
ah o kadınlar!
Kimi burnuna değdirirdi dilini, kimi çıtlatırdı parmaklarını tam bir seferde yirmiden fazla
Kimileri de utanmasızca girerdi uyluklarına gecenin
Herkes yerini uzun süre bilemezdi
Beklemezdi bu son olsun, diye bir erkekten bir kadına
Ahlamaların vahlamaların ağızdan ağıza bir sürü mercan
Borca konuşuyor olsam da
Bir rehinciden bir notere
Bir bildiğim vardı belki, bunca yıldan sonra
Ama onu gördüğümde, anladım ki, kimileri bendim
Kendisine has utangaçlığıyla seslenir ağzında kuytuları beklemenin
Ben o zamanlar kelebekler beklerdim diz boyu tarlalarda biraz ekin
Ve çok beklerdim kendimi kimi zaman
Ağlarında çırpınırken kelebeklerin,
Çözülüp dağılırdı kanatlarımda uzun yolculukların
Çocukların dağıldığı uykularda
Biraz daha uzun kalsaydım camekandaki o yansımada Çok insan tanıdım, bu yüzden iyi bilirim
Kimileri öyle durur ve kalır ölene kadar
Kimileri kırar kemiklerini geleceğin
Katlanamaz ikiden fazla insana
Oysa ben
Beklemeyi kendine öğretenlerdenim
Çok geçmiştir gözümün ucundan gecikmiş kadınlar
Porselenlerini onlardan daha iyi şıngırdatmasını da bilirim
Ciddiye alırım hayatı gişelerden başlayıp ve turnikelerden biraz ötede
Vapurların marketlerin metroların olduğunu bilirim
Dedim ya, her şey birkaç adım ötemizde
Ehil bir köpek gibi gündüzün kapılarını zorlayan geceyi beklerim
Bu bir duruştur ve herkes biraz bundan alır
Alır ve koyar bir kavanozdan bir kovaya
Çocuklar hınca hınç bağırır, çünkü bulmuşlardır ve sonra...
Ve sonra sıkılıp unuturlar fırlatıp
Kaybolacak eşyalar diyarına
Dedim ki sana: “Kaybolmadan da durabilir eşyalar; iyi istiflerlersen diğer eşyaların yanında”
Kırılıp baktın, oysa istiflememiştim seni anılarımın tozlu ambarında
Çünkü sen böcekleri sevmezdin...böcekleri ve ağlarında içi boş savrulan kelebekleri
Hijyenik lavaboların parladığı mutfağın alacakaranlık uykusunda bir reklam
Işıtıyor karanlık yanının öte yakasındaki şehrin soğuk ve tenha bulvarlarında
Son kış rüzgarının hafifçe eğilerek sana bakarken geçiştirdiği bir şehrin bez afişlerini
Üst geçitlerin üstüne yapıştırılan afişlerin yıpranmışlığı var dudaklarımızda
Kaç kez ayrılabilirdik böyle?
Kaç kez sevişebilirdik diz üstü ekinlerin
Akşam üstü rüzgarıyla üstümüzde savrulduğu
Tenha bir ilkbaharın tenine bulanıp tane tane.
Ameliyat masasında kalan bir kol gibi duruyor
Öylesine bağımsız
Ve öylesine çıplak
Yol kenarına bıraktığım araba
Pantolonumdan fırlamış bir cüzdan
Göbeğinde bir karınca
Sutyenin saçlarının arasında
Bakıyorsun bana
Bakıyorsun tamamlanmış bir hüzün gibi
Varlıkla yokluk arasında
Hangisi öncedir pek söyleyemem
Öncesi hangisidir, sonrası hangisi
Kabuk değiştirir gibi bir öğle...ağaç kışkırtmıştır kuşu tünesin diye
Hangisidir sonrası, hangisidir hiç olmayan
Başım dallara takılı o en uç dalların tepesinde
Devrilircesine bir gökyüzü ve çarpıp bir “Çimenlere basmayalım” tabelası titrerken hendekte
Gecikmiş kadınların ince çorapları kaçar gitmenin unutulduğu yerlerde
Kim savunur kadınların eteklerini rüzgara karşı ve kim avutur kum kalelerin içi boş odalarındaki erkek atığı hüzünleri
Sinema salonlarına düşen yıpranmış kelebeklerin çırpınışlarını da iyi bilirim
Büfeden başlayıp tuvalete sürüklenen seçkin hüzünleri de
Duruştan duruşa ayak değiştiren kadınların bakımlı bekleyişleri
Kadınların ayakkabısından çıkan çıplak parmaklarına geçer
Son bulur karanlıkta fısıltıya dönüşen gecikmeler sarışın bir kellede
Oysa demiştim sana: “Hala gecikiyorsun; gölgeni yanına almayı unutma!”
Gölgelerimi karıştırıyorum, diyerek geçiştirmiştin öğleyi kirli bir yatakta
Olgun muydun, yoksa çürümüş bir elma mıydın pek seçemedim
Bir avludan geçip bir çiti aşarcasına onca insan
Beklemenin verdiği değerleri bilerken gül kurusu bir öfke
“Bak! Şunu da yaz. Beklerken koca bir ağza dönüşür halklar”
“Senin etinden neler yaparlar erkekler
Ve ne kadar sıvı akar bir sevişmeden sonra
Toplamında alkol ziraatı çocukların sektiği”
“Ah!” dedi “Kış eniği! Korktuğun için anlayamadın oyunun gösterdiğini! Tanrı olmaksa dileğin, burada herkes tanrı. Kapat artık ağzım dediğin şu eğri çalan gediği!”
Sustuk mu küstük mü tam bilemedim
Ezbere bir öfke gibiydi; öfkesini sevemedim
Televizyonu kapattım, sonra dayanamayıp sessizliğe
tekrar açtım,
radyoyu açtım
gazeteyi açtım
Sıkıntıyla paketlenmiş coğrafyasız bir demet
Kaçıyordu insanlar biz bir yere gitsek
Kibarca reddediliyorduk bölük pörçük
Kovulmadığımız ev kalmadı
“Acaba bir eve mi yerleşsek?”
Uygun bir gözyaşıydı sıkıntıyla burkulmuş
Tecavüze yeltenen balık etinde bir elma
Kitap okumayı beceremem ama, kitap gibi bir cümle ağzında:
“Kadınlar beklemeyi bildikleri için aldatırlar”
Bıkmış mıydım kusmuş muydum tam bilemedim
“Bunlar kadın dergileri için uydurulmuş sözler,” dedim
Bıraktı üstüme üstünde ne varsa; kızıp tartaklar diye beklerken
Oyuncağını bulmuş gibi kısa sevinç çığlıklarını boşaltıverdi.
Gecikmeler son bulsa diye, saatlere yalvaran bu bakış niye?
Sen hiç bende kendini çözmedin, öyleyse bu dağınıklık niye?
Kaç gecedir ağzımda bu kirli tat....Ne?
Bu muydum?
Tam olarak bu muydum?
Bir Şef olarak
Tanrının bütün otel odalarında konaklayacak bir ruha sahipken
Bir metrdotel
Belirsiz bir ayakkabı bezi gibi rasgele yerlere fırlatılarak
Öyle durup bir köşede
Bir ayakkabı bezi kadar yer kaplayarak
Ve bütün bunları umursamadan!
Bu muydum?
Tam olarak bu muydum?
Gecikmiş kadınların gölgelerini yıkayıp
Sonra onları taş avlulara serip kurutan
Bir avlu bekçisi ya da
Babası bakkala sigara almaya göndermiş de
Ne alacağını unutup geri dönerken “ne alacaktım? ne?” diye
Bir babadan bir tanrıya...hele o yaşlarda ne kadar yüksektedir tanrı!
kendi kendini yaşama soğuk tuttuğu için
Kasım güneşiyle didişen bir eşik?
Herkes haddini bilmeli, değil mi?
Yani herkes
Yani bile bile
Bunca umutsuzluktan
Bunca...ama allah da yapraklı bir dal almış
Elleri sanki arkada
Biz de onun arkasında
O yaprakları tadabilmek için arkasından
Bile isteye
Bir ağıla sokmak için onca kitap, onca peygamber
Tövbe tövbe! Günaha giriyorum kasıklarının sarsıntısıyla
Çok insan tanıdım, bu yüzden iyi bilirim
Kaç parçadan oluşur bir kadın ve bir kadında kaç fikir vardır
Kadınlardan açılmışken konu
Ve bir daha hiç kapanmayacakken
Anlatayım size, anlatayım gecikmiş kadınların da
Gölgelerimizin yorumu olduğunu
Ama önce şu duruşunuzu değiştirin!
Kantinde, kafeteryada ya da ne bileyim
Evinize gelen bir kızı etkilemek için
Kadın duyarlığı deyip
Okumadan ele aldığınız gecikmiş kadınların gölgesi
Şiirinin bu kısmında
Farz edelim ki, saçları dökülen kocanız ya da sizi terk eden sevgiliniz
Yoklasın beynini iki kurşunun aracılığıyla
Hemen yoklarsınız belleğinizi
Ve dersiniz ki “Anlamıştım zaten, buraya gelmeden önce
Gözleri pusu kurmuştu parmaklarına ve kandırmıştı bilerek
Bir karnavala kortej eşliğinde gitmenin bedelini.”
Nedensiz sonuçların olduğunu bilirsiniz
Sonuçsuz nedenlerin de olduğunu.
Ama çok gördüm ben
Kesim odasında delirip de
Böğüreceğine
“Ben şairim” diyen ineklerin bolluğunu.
Neyse ne
Kelimelere kalsa bir insan
Yani zamansız ve zeminsiz kalsa
Virgülle ayrılsa sevinçleri
Noktayla hüzünlerinin ilk harfi büyük yazılsa
Yani gramerine uygun sevişirken
İki sevgiliyi kısa çizgi hecelerinden ayırsa
Küsüp bir sonraki sayfaya geçip sırt sırta
Ne bileyim, işte böyle bir şey
İnsan kelimelere kalsa.
Erkek cinsle çekilmiş cinsiyetsiz bir allah da olabilirdi bu
Dişi cinsle çekilmiş bir kenevir de
Anüsüne papatya koyduğumun prensesleri
- bir cinayet hoşunuza giderdi, değil mi?
Zorlarsanız, bunun da cinayet olduğu haller vardır belki.-
gövdelerimizi hor kullanan bir aşka kim katlanabilir
kim katlanabilir deliklerin yabanıl oyunlarına!
Ve hangi insanda yoktur ki bir delik
Geçiştirmesin bir ömrü deliğinin ağzında!
Evet, böyledir
Evet, böyledir kelimelere kalsa
Dilimi buran şarap, aklımı biliyor;
Bukalemun hızıyla yutarken her nesneyi
Her kokuyu yapıştırırken anılara
Kendine benzetirken her duyguyu
Renk renk
Parça parça
Memendeki benden, sevgilinden kalan armağanı okşarken
Kışkırtıcı bir üslupla
Boğazına yapışıp gözyaşlarım ıslatırken otel yastıklarını: “DAHA NE İSTİYORSUN!
AKLIMIN TIMARINDA BİR HANEYİ HAPSETTİN BENİ!
VE BİR BELÂ Kİ NE SENDEN ÖNCE, NE SENDEN SONRA!”
Altı numaraya oyna, dedi elleriyle boğazını ovarken
Yapacak iş bulamayanların bıkkınlığıyla
Pencereden bakarken bir ulusun mayıs akşamüstü 18:43 durumuna
Kendisine köklü istekler vermediği için
Lanetler okuyordu tanrısına.
Ben mi?
Tabii ki üzgündüm; karşılığı yoktu iç çekişlerimin
Uzun yıllar olmuştu ki, içi böcek dolu bir bavul gibi kendimi hissetmeyeyim
Ve bir tavukçunun düşü gibi –neydi çocuğun adı?-
Deliklerine birer maydanoz sapı koyup teşhir etmeliydim vitrinlerde
Dişlerinden kemiğime geçen yalnızlığının bekaretini.
Aşk mı, dedin?
Dördüncü ayaktan sonra.
Ne bileyim,
Belki onun gözlerinden söz açmalıydım sana
O at hırsızı gözlerinden
Ya da ne bileyim
Şirazesinden çıkmış
Öylesine dağınık
Ve öylesine toparlanamaz.
Nefes nefese “şu duyguyu parçala içimde; bir erkek yetmiyor
Çevrelenmiş sokak sürtüğü dişi bir köpek gibi, eğilmek istiyorum her
Erkeğin şehvet rengi gözlerinde! Karanlık duvarlara savrularak ve suçumu hiçbir zaman
İtiraf etmeden...öldür içimdeki rüzgarı...bit ayıklar gibi çıt çıt...veya bırak böyle kalsın! Sonsuza kadar orospu ve sonsuza bu kadar yakın!”
Bakma bana öyle
Ben trajedilerde kahraman olamayacak kadar korkağım
Yaşayacak kadar açıkgöz
Aldatacak kadar bunak
Tabii ki onu karımla aldattım!
Karım mı?
Karım, söylesem de inanmaz
Kim bakar benim gibi anıları olmayan birine
Çocuklarıyla oynarken bile, müşteriye hizmet maskesi takan
Taktığı yerde hep bir başkasını bulan.
Sahi kim bakar benim gibi bir adama
Kıllarımın aralığından en sert kış rüzgarları geçmedi daha.
Otel katibi söyledi
O sinek yedili gibi duran katip söyledi
Obur bir iştahla diline kadınları takarak
O mayısın şiddetle sıcağı söktüğü öğle sonlarını aydınlatarak
“Sabahın erken saatinde güneş tutulacak.”
Önce bir bıçakla halledeyim, dedim bu işi
Sonra cinayet aletinin büyüklüğünden ürküp
Geçti cinnetimin gülüşünden bir jiletin tazeliği
Sözcüklerle doğramalıydım bir aşkın geçmişini
Kedilerin köpeklerin iştahını kışkırtarak
Ve tutulurken güneş bir çöp tenekesinin dibinde
Neredeydi karanlıkta kulağıma fısıldayan ağzın bu kirli torbada
Ve neredeydi memelerin, canlıyken zorluk çıkarmıyorlardı bana!,
Ah! bunlar içimdeki burgaçların narin oyunları
Yüklemiyle bu kadar oynanmamalı nesnelerin
Akla dehşet öyküleri anlatmamalı bunca sabahtan sonra
Yitiklerin zaferleri kanla yazıldı
Acizliğimi ucuz gazetelerin manşetine taşıma!
Kelimeler, dostum kelimeler
Kelimeler, şarapla iyi gider
Bekledim
Evet, bekledim
Sanki bu, yapılabilecek en yetkin eylemdir.
Onunla aramızdaki sınıra en yetkin kelimelerimi yığdım
Sabun kaçmıştı gözlerime
Bu yüzden yüzümü bol suyla yıkadım
Ve dedim ki en içten tiksintimle
Anlık duygularını sayfa sayfa açıp
Hiçbir rüzgarın yıkamayacağı
Gemisiz bir kaptan gibi:
“sensiz de vardım biraz önce,
sensiz de var olacağım biraz sonra
duygularına dümen kıracağımı sanıyorsan, yanılıyorsun”
çok insan tanıdım, bu yüzden iyi bilirim
bir fikirde kaç bakir anı vardır
ve bir insanın en zayıf tarafı neresidir
iyi bilirim.
Bu yüzden her aşkta aşağılanır gibi bir duygu
“Hadi canım, Hugo Ball’ı nasıl bilmezsin,” derim.
Dedim ya, belleğimdeki kayıtlara kalsa
Bunca yaşama provasında
Eli yüzü düzgün bir aşk
Oturmadı kucağıma.
Boşuna mı yüzlerce kez saatimi bir saat ileri alıp
Sonra bir saat geri alıp sizlerle cemaat ilişkisi kurdum
Bozulunca ya da ne bileyim, kırılınca
Onca saati boşuna mı aldım.
Bakın, sizin için şiir yazarken bile
-hay amına koyum! Neydi lan biraz önce aklımdaki kelime!
Damağımı şaklattım
Damağımı şaklattım ki, uyansın
Boşuna mı ısmarlıyorum şarapları
Uyan arkadaşım!
Uyanmaktır her keşfin adı.
O altındaki ipi kesen sirkin son cambazıdır
Gösteriden mi sıkılmıştır
Yoksa gösterinin kendisinden mi, bilinmez
O kadar yüksekten düştüğü halde
Çığlık atmak aklının ucuna bile gelmez
-oysa sen, ben ya da birileri
onun yüksekliğinde gördüklerini
bir ömür boyu anlatarak övünür
ve der ki: “Kalabalığın üstünde bir yalnızlık vardır ki
hiçkimse tasarlayamaz bu yalnızlığın bedelini.”
Ne demiştim en son
Ne demeliydim kendime
Ansiklopedilerde bulunmayan bir isim
Gibi çevirdim sayfaları kendime
Şimdi diyebilirsin ki bana:
“Tırnağımla şöyle bir kazıdım
altından uzun bir öykü çıktı
tutkularının kanırttığı acılarını bana taşıma!”
hayır, dostum
hayır.
kır bildiğin bütün kelimelerin belkemiğini
anladım, diyorsan
anlamak taciz etmektir
biliyorum, diyorsan
bilmek çökeltidir
nasıl başladı, diyorsan anlatayım
aklımın elverdiği ölçüde
Allah’ın bana bahşettiği
O kabus açan çiçeğin tomurcuk halini
Ama anlatmalıyım önce
Gecikmiş kadınların aceleciliğine
Yetişmeye çalışan gölgelerin yorgunluğunu
Bir yangının kundağına yerleştirilen
Çığlıkların yanık yorumunu
GRİ ÖLÜ
Denizi gören bir yükseltide oturuyorduk sanki. Beni görmek istermişçesine başını hafifçe ağaçlığa çevirdi. Gözlerini aradım üstümde. Birkaç damlayla üstümden geçti. Parmaklıkların üstünde dengesini korumak için öne eğildi. Tişörtünden tuttum. Gri bir ceset uzanıp duruyordu aramızda. Konuşmaya hangi sözcükten başlayacağımı dudaklarının kıvrımına bırakmıştım. Oturmuş muyduk? Sanırım oturmuştuk. Gezegenden gezegene açılıp kapanan dudaklarımızı kımıldatmadan. Geri dönüşlerle rahatsız olmuştu. Ayaklarının üstüne kalktı. Sahi, oturmuş muyduk? Gri bir allah batıp çıkıyordu aramızda...hâlâ tapınılacak bir şeyler kalmış gibi. Döndüm arkama baktım.
Dedim ki:
Söylediklerinin bir karşılığı var mı?
Yanımda, gölgeye düşen bir yaprak gibi kendi çevresinde dönüyordu. Perdeleri kapattım. Saklanacak bir şey varmış gibi, kapattım perdeleri. Hışırdadı. Böyle değildi, ama hışırdadı. Elleri hep böyle miydi? Saçlarımdan uzak tutmak için, uzaklaştım. Elleri hep böyle miydi? Bir demirin soğukluğuna tutunarak. Oturdu yanıma. Oturdum. Bir şey miydik ki bana yaslanıp böyle içten içe içime sızıp karşılıksız duruşu midemi bulandırıyor.
Karşılıksız duruyordu. Gözlerini kaçırıyordu. Hala gözlerimi kaçırıyordum kendimden.
Dedim:
O zamanlar pek küçüktüm; kendimden bile küçük. aklıma yeryüzü yatmazdı, dut ağaçlarının yapraklarına sığınıp seyrederdim insanları...dedim ya kendimden de küçüktüm, ağzımdan kayıp düşmezdi sözcükler ve arsızca bakardım kedilere...bir tekme bir tekme ve gavur karıncalar! Taşı alıp ezersin, sarı olanlarını en çok da; yuvasından çıkıp çalışana en büyük eziyet olsa gerek bir başkası olmak da. Dedim ya, aklıma yeryüzü yatmazdı. masallara bu yüzden inanırdım ve daha gerçekti yeryüzünden...Hangi balık düşlerimin içinde yüzen balıktan güzel olabilirdi! Sıkılırsan ağzına bir dut atarsın ve karnın tok ve pek fazla isteksiz ağzında gevelerken, gevelerken ilk sözcükten son sözcüğe geçen zamanı ağzında.... Dedim ya, sağır olup kör kalacağıma cami avlularında, kendime yeni karalar bulmaya zorluyorum her adımda, her adımda bir gökadadan diğer bir gökadaya.
Dedi:
Küçük oyunların samimiyetiyle yanıp tutuşan bir kedi ciddiyeti, dilinizin istihzai çağlayanından şıp şıp damlıyor...(dudaklarını büzdüğü köşeden seslenerek) bir başka zaman anlatsan anlardım, ama şimdi...zorunlu muydu bu?
Bir öfkenin ağır ağır yoklaması mı, yoksa bir başka yerde karşılığı olan birikmiş ilintisizliğin göstergesi miydi. Dayanamayıp sordum.
Dedim:
Dilinizin?
Yerini bul, dercesine bakışını gelişi güzel salladı. Ağzımı açtım, sanki bu her şeyi eski yerine yerleştirebilirmiş gibi; öyle kaldı: Ona ne diyebilirdim? Baktı; ona çok uzak bir yerden baktı. Bir yerli olamayacak denli uzaklıktaydı bakışları. Bana oradan baktı.
Oturuyorduk sanırım. Bir şeylerden söz ediyorduk ya da hep ben konuşuyordum, çünkü bu ses, hep erkek sesiydi. Kımıldadı, kımıldadım. Eteğini çekti; bir kadın olmaktan çok, bir çekişti. Sırf bir çekiş. Bu çekişte evinin düzenini, aldığı eşyaların rengini, sevgilisinin adını ve ona neler giydirdiğini rahatlıkla görebiliyordum. Saydam bir balık gibi, memelerinden aşiyana, birazcık elbiseyle örtülemeyen etinden sarkan bir ergenin son darbeleri çocukluğuna.
Dedi:
Ne zamandır böylesin? Yani bu kadar? Anlıyor musun söylediklerimi? Niçin hep susuyorsun?
Bakmadım. Bu artık ağır geliyordu. Bakmadım. Sözcüklere kalsa, biz şimdiye dek kaç kez...Saatime baktım. Zamanım var, dercesine kafamı salladım. Umarım anlamıştır. Umarım bir kedi gibi oradan oraya bir parça bellekle gidip gele.
Paramparça bir bellekle.
Ne kadar varım, diye yokladım kendimi; yeni kullanma kılavuzlarıyla ürkütüyordu yaşam.
Dedim ki:
Bu şeyler bizi nereye götürebilir. Trenler mesela. Trenler, vapurlar bizi nereye götürmeye çalışıyor. Yani...hızlı olunca bir şeyler, acımasız oluyor. Mesela sen.
Oradaydı. Hiç olmadığı kadar oradaydı, ama toparlasam kendimi...Aslında kafamı karıştıran şey, bir anda bu kadar fazla şey olmasıydı. Evcil bir köpek sever gibi, elimi tutup okşamak istedi. Elimi ellerinden kurtardım ve baktım parmaklarıma, ondan bir şeyler bulaşmış mı, diye. Anımsayınca bir kez daha baktım.
Dedi:
Sana verdiklerimi geri ver.
Çirkin bir ses, mahallenin arasında dolaşıyordu. Ayaklarıma kadar gece renginde bir utanca batıyordum. Güneşin son ışıkları denizin üstünde son kez kıpırdıyordu.
Dedi:
Oturalım mı?
Kapıları olan bir yerdi sanırım. Güneşin son ışıkları, son. Demir kapıların gıcırdadığı. Sokak köpekleri gibi, biri başlayınca hepsi gıcırdadı, hepsi
TRAFİK
Sonra, trafikte küçük bir kalabalıkla
ön koltukta oturan arkadaşlarına bakan
ve onların kırık bir oyuncakmış gibi duruşlarına aldanıp
"nasıl geçmişleri olabilir bu insanların" dediğin anda
"tanrım! Ne işim var burada! Bu duruşu ezberleyemedim daha"
derken; içinden nehirde yüzen dal parçaları gibi kelimeler geçerken
unutup andığın
aşağılayıp bağışladığın
ne gözlerini kısarken aradığın dayanak
ne bakakaldığın geceye asılmış bir gölge gibi kıpırtısız
sanki kutsal kitaplar okunsa
yani bilinse Yecüc'le Mecüc
Dabbet-ül arz falan
bu kıyamet daha anlaşılırmış gibi geliyor insana
Bir kıyamet, tuhaf duruşlarla bakıyor ön koltuklarda
kanla kutsanan.
Bu aptalca bir şey
yani şimdi söylesem
bu kadar da olmaz, dedirten
ama eteklerimi çekiştirirken buluyorum kendimi
kanı silip atamasam da
bir şeylerin karşılığı değilmişim gibi
küçülüyor kelimeler ağzımda
sözlüye kaldırılmış öğrencilerin
bir daha kaldırılmadığı bir yoklamada
karşı duran
onaylayan
silkinip de kurtulamadığın ne varsa
parçalanmış araba camlarının
görünüyor aralığında.
Öne beş adım atıp
alınca ağzındaki sigarayı
"Siz de arabada mıydınız?" sorusuna ilgisizce bakıp
aptalca bir soruyu gözlerine devredip
şaşkınlığımıza bakıyordum.
Sahi, evrenin ortasında böyle içi boşalmış durmak
bir ayağını diğerine terk edip insanlara bakmak
seven
okşayan
sıkıntıyla üstünden attığın ne varsa
hatalarımızın kurbanlarına çağdaş bir bakışla bakıp
üstlerine ikinci katı atınca
herşey daha anlaşılır mı olacak
herşey daha kabullenilir mi
kim birkaç saat önceki yaşamı hatırlayacak
kösnül heveslerle geçiştirdiğimiz
deri değiştirirken yaşamdan korkan
başka şeylere dönüşürken acımasız
ve her zaman haklı olarak
neydim ki daha ne olayım
yaşam mıydı en son aklımda kalan
ama yine de
dalaşırken içimdeki geçmişle
kimsesiz kalmakla yalnız olmanın ayrıldığı bir köprüde
konuşarak bir dehşeti yatıştırmaya çalışan
bu insanların içinde
atık bir beden gibi
kentin sokak lambalarıyla içinde solucanları barındıran
denizi seyrederken
seyrederken kiraladığımız duyguları
sevişme sonrası huzursuzluklarda
limanını arayan kararsız gemilerin gömüldüğü denizi
dokunarak
söverek
hissetmeye çalışırken
avcumda biriken
avcumda kuruyan kanı
tanımadığım birilerine göstererek
"Hepsi bu muydu? Bu kıyametin bir tanrısı yok mu?"
biraz şaşkın
biraz ürkek
kaza sonrası saçmalamaya tipik bir örnek
psikolog bakışı.
Ya benim doğrularım
yüz binlerce onaydan geçen bir fikirden
daha az mı değerli!
METRDOTEL PANAYIR
Hep yalnız mı olur evlenince böyle insan
Çocuklar neşeyle, rengarenk, koşuşturmalarında
Can kurtaran botları
Botlarda dev karıncaları cüce kokan
Eğer olsaydım çocuk, çocuğum olsaydı
Yıkılmazdım kolayca kimi zaman...küf kokmazdım
Kim bilir nasıl da parlıyor kelime düşen
Panayır halkları; az uyumak haklı gösterir insanı
Haklı gösterir insanı kimi zaman
Efen...evet, efendi halliceyim.
Bakmayın bana efendi halliceyim.
Birilerini öldürsem, komşularım
“Hiç de öyle birine benzemiyordu”
Hiç mi hiç. Benzemiyordum kendime kimi zaman
Tutmak sorun değil. Ayakta kalmak sorun prostat.
İstesem tutabilirim. Eflak Boğdan. Tutabilirim ellerimi
Hiç mi hiç acımadan...istesem? İstesem...istemem, istemem
Zarara sokar bu bakıştaki parlak davet, sanki yeni ölmüş gibi,
Kimseye haber vermeden...ölü, intihar istatistikleri şiiri’nde
Güzel miydi peki şiir? Sanmam, içinde fazla çocukların dolaştığı
Ucuz şekerlerin hışırtılı kağıtlarının sesinden parmaklar kıpırdadıkça
Bayram bayram ağzım ağzım etobur bir sirk çadırı
Söz sarrafı yok ki “Bak bakalım, ne kadar ederi var bu illetin?”
İstesem...istesem sevebilirim seni kimi zaman
Derinine, derinliğine çökmeyince sözcükler, çökmeyince derinliğine
Sığlık, cinayetti cinayetti cinayet.
Panayırlarda unutuyorum kendimi
Hani o kim daha içli şiirler yazıyor diye yarışan kadınlar varmış ya
Kaç akrabası ölmüşse bir bir sayan
Ve ölümlerdeki ağıtlardan kendine içten içe pay çıkaran
Sahi, kaç ayrılıktan düştüm kendime?
Başı sonu belirsiz kaç yalnızlıktan?
Tunç ayakları kaplanın
O ayakları ticaretler getirdi
Ticaretten ticarete gemilerin ambarları
Zeytin yağı, şarap ve sınırsız bilgilerin merakı
Aynada bir cinayet halesi,
Sıkıntının, boğuntunun ivmesi
Tentelere uzanan gergin halatlar ve içimde geviş getiren kervanların
Umursamaz develeri.
Ter-ü taze fırlamaların tiril tiril laf atmalarını sırtında duyan
Genç kızların hazırcevap tetikteliği
Çekerse de bir bacağım, kasılarak
Bir sonbahar gecesini, gecenin penceresini sisteki duman
Bekle!
Beklesinler gururlu cüzdanlarıyla yemek artığı tabak, çatal, bıçak
Beklesinler tufana az bir kala
Beklesinler Onan’ın taze gülleri bir bir açılacak
Onan’ın sade, Onan’ın sarsak; bacaklarına halklar sarılanların ihaneti:
Bacaklarına sarılmak?
Koltuk altlarından fışkıran ucuz parfümün bahar
Bahar havalandırma deliklerinden
Aksıran bacalar?
Külot kıvrımının gergin saldırgan cinleri
İçimizde sürüyen yaban hayvanlarını nereye gömeceğiz?
İçinizde sutyen, içinizde külot, içinizde delikleri aşkların
Sağa dön, sağa döndüler ev kaçkını bir hevesle
Cep telefonlarının mesajları yok muydu ki, böyle hevessiz kalakaldım
Deliklerine papatyaları
Yerleştirdiğim aşkları. Deliksiz mi kaldım!
Yok değil. Bu da değil böyle sürterken kötücül bakışları ifrit mirası
Bir delik? Nedir ki!
Nedir-ki-nedir-ne? Boylu boyunca asılmış
Hışmın gergin damarlarındaki bin heves kanların patlak
İsyanını, o küçük, o masum, kırbaç gibi şaklayan
Servisin süreğen deliği...nedir ki?
Bilet al, top at, halkayı geçir ve çıkışı bul alık dalgın balık!
Hiç mi hiç derlerdi, hiç mi hiç, ısrarla gözlerini açıp
Heyecan tikiyle kapatarak
Böyle birine, derlerdi kuruyan damaklarını ıslatırken aceleci,
Benzemiyordu, şaşkın, söyleyecek sözlerini sarf edememiş gibi
Tutuk, inançla ve tanrıyı da anarak, hiç, hiç
Ve inananlardan biri: Başkası yapmıştır da, bu zavallı metrdotelin üstüne atmıştır!
Bu adam, bu hayvan, bütün bunları yapamayacak kadar korkaktır. Yirmi iki yıl
On üç ay on bir gün aynı iş yerinde çalışacak kadar korkak!
(oysa o bile üç yıl, üç ay, üç gün katlanabilmişti! Marangozun laneti!)
Peki ben? Kendime inanıp bunu yaptım mı?
Peki bunu yaptım mı?
Dışlanmış bir sürgünün çürüyen isteksizliğine kapılıp
Ya, böyle miydim. Deliksiz yara, sölpük kaplan. Dövüş horozu
Gibi saldırıp çil gibi dağıtarak. Hınçla! Gayretle! Aşkla!
Pompacı Murat, gaza bastı son sürat. Son surat.
Değiştim, değiştim gibi gibi
Atlıkarınca
Dönme dolap
Son servis
Son yemek
Son peygamber
Son allah
Allah...allah...allah...allah...allah...allah
Çıt kırılıyorum
Bir soluğa iki nefes
Ve her soluğa tutunarak
Çok mu oluyorum ne
Çok mu oluyorum sana aldırmadan
Örtük delikleri döllemenin
Döllerken bir aşkı, aşka rağmen
Acımadan.
Yaşlı kaplanın son günü ve o bunu bilmiyor
Yaşlı kaplumbağa hımhım at nalı
Ya böyle miydim. Deliksiz yara, sölpük kaplan
Horozum, derdi de, dağıtırdım çil çil. Hınçla!
Emriniz?
(Dürterek ve kip kip) Emriniz? Dedim.
Şimdi mi?
Evet.
Kesintiye uğramaz mı?
Bazen, bayramlarda, bayramın ilk günü falan.
Tamamen mi?
Evet, tamamen kapalıyız efendim.
Kapılar, pencereler, ızgaralar falan, anlarsınız ya; yani bu, çeşit bir çeşit kapalılık durumu kapalılık. Sahi, kapalı mısınız kimi zaman?
Evet efendim, kapalıyız alabildiğine örtük ve herkesin anlayacağı biçimlerde. Kapıda dikdörtgen bir alamet, yazar orada da, kesin olsun diye, herkes yerini bilsin diye. Sonra kapıları kaparız, son servisin kaldırmaya zar zor yettiği kalıplaşmış gülümsememizle. Müşteri olamamak nedir bilir misiniz hiçbir yerde? Nereye gitseniz orada da çalışırsınız bütün garsonlarla birlikte; dayanamayıp “ben metrdotelim” lakırdısı ağzınızdan çıkarken, yalnızca bizim dilimizde bulunan o içtenlikle döker sırrını: O dilde koyar tabağı masaya, ona göre hesap gelir, ona göre bir saygı: Aynı mutfak listesinde bulunan alınacak kalemlerin ortak birlikteliğine benzer klon nezaketiyle.
Sıkılmaz mısınız kimi zaman, mesela...mesela kadın olsam?
Hayıf erendim, sık, sık bir çandan alamet camilerimizi, kütür kütür kültürümüzü...ben o kadar çok doymam.
Niye böyle duruyor içimdeki yabancı; sana kaç kez vurdum aynı içtenlikle oysa
Sonra kaç kez düştün yüzüstü! Kaç kez azınlık kaldık: örneğin pikniğe gitsek, onlar yanaşmazdı uyumsuzluğumuza aldanıp
Evlenince birbirimize mahkum olmayı öğreniyorduk içimizde bir ton açığı hüznün
Televizyonlara da bakmıştık oysa, ne kadar varsa sıkıntı; üç gün süren o kar
Kral lear’daydı galiba, hani yeteneksiz aşçı yılanbalıklarıyla börek yaparımsı bir tatla geçti araba, kırmızı olmasını ben istedim ve öyle oldu.
Sanki hiç servis açmayacakmışsınız gibi uzak durmayın! Kuver?
Peki siz istediniz, öyleyse anlatayım; anlatayım bir geçmişin inceliklerini ve nasıl anlatılmalı bir geçmiş, bunları üşenmeden bir bir anlatayım
Anlatın anlatın! Yemek yerken ilgisiz durmak canımı sıkar her zaman!
Siz hiç, bir kadının bacakları arasında uyudunuz mu?
Karımsa, tabii ki uyudum ve uyurum. Ayrıca, bu sorunun sınırları çok muğlak, rahatsız edici, irkiltici vs
Üstün körü bir biliciliğiniz var! Oracle falan, anlarsınız ya! Yabanıl duygusuna yer bulamayan bir iç çekiş! İncelikse, dilinize vuran iki anlamlı sağlam çift bir dikiş.
Peki incelik?
Daha ne olsun! Soğuk sabahın sislerini berkiten üşümeye bile bir ad verdim
Peki peki anlatın, yemeğim soğuyacak kelimelere kalsa
Sizi sevmesem de anlatacağım, siz istemeseniz bile! Sevgililerimden bir sevgili, günlerden bir gün şu tıfıl, şu çiğ soruyu sordu: Beni seviyor musun?
Eee! Sen ne karşılık verdin?
Çorbada tuzum olsun diye, kalmak için birilerinde mesela, bir kadın susamışsa atmığıma; birden çok dönmek isterse zırt pırt, bir üstte, bir altta, hırsını alamayıp yan yana; doldururken, doluyken doldurboşalt istasyonunda, marşımızla yeri göğü inletirken nakaratı: “YALVARIRIM BIRAKMA! HAH! HOH! HUH! HUH!”. Sigara payı oluyor suskunluk, peçete, havlu falan, anlarsınız işte (herkes geçmiştir böylesine bir yalnızlıktan); geç kalmış bir yolcu, elinde zaman aşımına uğramış biletler, mola yerleri ve itiraf renginde salyalı onamalar ve bitmiş, gitmiş “BIRAKMA! BIRAKMA AŞKIM! HAH! HOH! HUH! HU!”. Sölpük köpek! Bam! Ya! Bam! Ya! Sümüklü bam! Ya! “Hah! Huh! Haa! Ha!”. Biraz sessiz ol, çok bağırıyorsun (apartmanlar, bilirsiniz işte, kağıt duvarlarla yapıştırılmıştır daireler birbirlerine).
Ha?
Hah hah hay allah! Hay hay hay allah! Hah! Huh! Hayallah! Allah allah hayallah! Kötü oluyorum! Hah! Huh! Hayallah! Çıkar içimmmden! Allah allah hayallah...allahuekber allahuekber...Hah! Huh! Hayallah! Hah! Hıh! Hıı! Hı!
Hı?
Çorba, çorba dedim. İçin için içinde kalmak. Daya kaşşşığı! Çevirrr! Hah! Huh! Hayallah! Şöyle kaşığı eline alıp çevire çevire!
Afedersiniz! Yemekleri yemeden buradan çıkışım mümkün mü? Bir kadın bile olmadan, katışıksız, sıkıntıyla terleyerek ve din-lemeden?
Paltomu oturtmak için omuzlarımı oynatırcasına; yeryüzünün son güneşi mütereddit parlasaydı bile...karavana atığı bir gövdeyle, kişiliksiz tiz bir sesle, boğum boğum olmuş sokakları seyrediyordum.
“sevgilimin saçları sarı
bu gün kalmaz ah-ı vahı
sencileyin koyakların rahı
sevgilimin saçları perma.”
Kalksam, size bile duyurmadan?
Hep yalnız mı olur insan evlenince böyle insan
Panayır halklarına aldanan; alış veriş keyfine düşen paraların bozuk tıngırtısı
Aşk aşk aşk diye çırpınan iki teneke
Dönünce, karınca kararınca, el yordamıyla yumruğunu sallayıveriyor insan
Aşk söküğü saçlarını sımsıkı tutup “Bağırma! Komşular duyacak!” çekerek
Çekilmiş çürük bir dişi dişçide bırakmanın; kavgayla sevişme arasında sırat
Cehennem bir yaratıkmış en eskiden, en eski dillerde soluk alıp veren: Lazımlığında ruhlarımızı karıştırırken
Sıçarken dolu lazımlığa
Miskin miskedi miyavyavru sineme sinsin
Sin sin
Hmmm...saatte geç olmuş; seansı yok filmlerin seyredilecek. Hmmm...ne açıktır ki, Türkiye’nin bu saatinde? Geç olmuş! Anahtarın bile kilidini açamayacağı denli geç.
Dönüp geldiğim yoldan geri dönsem? Hangi sokağa sapsam? Kılıcımı kında tava getirip göbeğimden sarkan zırhımın her adım sonunda, tıngırtıların ninnilerini ağzım açık çisentiden damlalar kapsam? ( Hayallah! Cümlenin başında neydim ki, sonunda sokağın ne oldum? Hiç kimse hazırlamaz mı bizi bir sokağa, bir benzetmenin şaşırtıcılığına, ne bileyim, sonuçsuz bir bekleyişe?)
Sonra? Kadın ne söyledi gençliğinizin duvar tırmandıran kösnül gözü karalığınıza?
Kocasız şehvetiyle bekler sandıydım; girdim bahçeye. Şimdi bile andıkça...bir utanç, gereksiz gizli bir ziyaret gibi geliyor orta yaşımın gevezeliğinde. Nasıl anlatayım size? Öyle bir bahçe ki, sanki yeşil de yeşil, yeşil de yeşil! Dal dal, yaprak yaprak, çiçek çiçek! Alnıma koala çarpacak! Perdeler tül, perdeler edepsiz! Bakışlarıma kara çaldım ve indim röntgen şehrine.
Bir kadın ki, memuriyetten soyunacak. Korktum ve geri çekildim. Sanki sonu acıklı bitiyor, sanki bir kadın gibi bitiyor. Ağzımda uygunsuz yakalanmanın kuru tadı; saatimin sesinden binalar yıkılacak! Hala aklımdadır memelerinin şuh süt tadı, ama yine de ne fark eder, sonu insanla bitecek, ne facia değil mi?
Eee...sonra? Nasıl buraya kadar gelebildi küçücük bir konuşma?
Parmaklarımı çıtlattım; bu ikinci inişimdi bahçeye ( Gerçekten, nasıl geldik buraya? Her insandaki bu gizli dehlize?). Haklısınız, kadın bahaneydi; aklımda bir bahçe ki, ne bahçe! Sakınmadan bir sigara yaktım. Oturur gibi bir hali vardı. Tedbirsizlik işte, kapandı perde, sarsıldı perde, açıldı perde kavuniçi rengiyle. Seyirci bir kişi bile olsa açılmalıydı perde. Kanepeye uzanmış, az biraz çıplak; çıplaklığa doymamış bir şekilde. Kıvrıldı kıvrım kıvrım her kadının istediği haliyle. Şimdi bile saralı bir nöbet aklıma geldikçe.
Tuhaf, sanki kurgu anlattığınız? Yapay dildökümleri sonbahar yaşınızın, sıkıntınızın, değil mi?
Ha ha ha! Kurgu mu! Seni gidi mıymıntı budala! Sağaltır diye aidsi, yirmi binin üstünde çocuğa tecavüz edilen Güney Afrika’da, gösteri yürüyüşünde açılmış bir pankart: “Gerçek erkekler tecavüz etmez”.
Dip akıntılarıyla sürüklenirken, herkes son sözün kendinde kalmasını bekler, ama buna rağmen itiraf ediyorum sayın bayım: Sizin gibi canlı bir ölüyü ömrümde görmedim. Ben aklımın bahaneleriyle büyüdüm, siz ise bahanelerin aklıyla büyümüşsünüz. İyi günler...iyi günler!
Budala! Kaçma! Bir iki kavramla geçiştirilebilir mi bir yaşam! Budala!
Sanki ne olduysa, nasıl akıl ettiysem bir taksinin sonbahar kıvamında yol alışına arkamı yaslayıp unutuşun bu türüne dalarak mideye inen bulvardan caddelere, sonra apartmanlarla lanetlenen sokaklarda son bulan karşılıksız bir iniltiyle eciş bücüş kelimelerle yaptıklarınla bir günü kanıtlarmışçasına karına mır mır mırıldanırken bulunca bahanelerimin çocuksu geçerliliğini acizane fark ederken daha kelimeler dökülmeden dilimden, kendimden utanıyorum. Utanıyordum gerçekliğimden.
İNTİHAR İSTATİSTİKLERİ ŞİİRİ’NDEN
1. Tren Tuvaletlerindeki Kadınlar
Otur yanıma eski hüznünle
Kırılmış bir bardak gibi toplarım odayı
Hastane koridorlarında buluşur
Kırık dallarına asılı yaprakların
Sonbahar yapraklarını titreten
Rüzgarda dalgalanan kompartıman yorgunu
Titrek gövdelerin koltuklara vurduğu sırtların
Tutarsız kıpırtıları
Cinayetti cinayetti cinayet
Geç gece yolculuğu bir mola daha
Aynalarda kalan iğrenç kokusu
Uykusu yüzümün
Kaçamak adımlarının fısıltısı
Cinayetti cinayetti cinayet
Boğulmuş çocukların sesi vardı
Boz bulanık bir nehre bulanan
Sesin, dedim, sesin
Rengini yitirmiş
Cinayetti cinayetti cinayet
Saydım
Kaç oda gerekir
Ertelenmiş bir hesaplaşmaya
Kaç damla süzülen
Gözyaşı sessiz
Cinayetti cinayetti cinayet
Otur yanıma eski hüznüm
Kaldır aramızdan
Misafir ağırlamalı gülümsemeni
Unutkanlığınla aklımı budama
Cinayetti cinayetti cinayet
2. Sabaha Karşı Bir İbne
Tuhaf bir düşüştü
Ölmeye yetecek kadar
Yetişmem gerekliymiş gibi
Aşağılanan aşklarıma
Ben değil de
Bir başkasıymış gibi
Tramplenden bir eskiz
Düşerken çığlığımın kuyusuna
Kahve falında oysa
Yarının acısına
Yeni korkular ekleyip
Bir pencerenin açık kanadına
Soyulmuş portakal olsa
Muzır bir bakış
Gevşek teğelleri
Sevişmelerimizin
Ya da sızacak kadar konyak
Kim derdi ki
Yaşlanmayı bile beceremeden
Böylesine acele
Böylesine çıplak
Betonun merhametine
Sığınarak
Kim derdi?
3. LOTARYA ZENGİNİ BİR MADENCİ
Umut muydu, umutlanma isteği mi
Bilemedim, üstünden kaç ay geçti
Kendinden kaç kişi öcünü alabilirdi
Bir ev satın alıp
Gün boyu televizyon kanalları
Ölürcesine tıkınarak
Yok, kalkmadım üçlü koltuğumdan
Kalkmadım günler boyu
Kaç ay geçti
Kaç ay geçti
(Bir temenni mi,
yoksa bir soru mu bu?)
Bekledim, sonu vardır sandım
Bekledim
Yemek yedim, bekledim
Televizyon seyrettim, bekledim
Sonu vardır sandım, bekledim
Yok, kalkmadım üçlü koltuğumdan
Kalkmadım aylar boyu
Kaç gün geçti
Kaç gün geçti
(bir beklenti mi,
yoksa sudan bahanelerle
gölden kalkan ördeklerin
kanatlarının kuruluğu mu?)
Dedim ki kendime
Gülerek, dedim:
Tanrı beşinci gün sıkıntıyı
Altıncı gün televizyonu yarattı
(Gülünç, gülünç değil mi!)
Ara sıra gülerlerdi de
Ne olurdu sanki
Sahi, ne olurdu
Hayal sipariş etsem
Ne olurdu?
Hazımsızlıktan
Ne olurdu?
Geğirip
Geğirip büyük bir
Göt deliği olana kadar
4. ASKERİN TÜRKÜSÜ
Allah vardır, değil mi
Hiç bu kadar kuşku duymamıştım
Allah var, değil mi
Doğruyu söyleyin
Yoksa doğrarım sizi
Taygada bir yılkı nedir ki
Bir mermi nedir ki
Yoksa aklımı mı doğrasam
Bir allah nedir ki!
Son sözlerin ağırlığını unuttun
Unuttun mu verili sözlerin geçerliliğini
Gazetelere düşmüş kirli bir kapak
Bir kaşık nasıl evrilir ki
Söz verirken demiştim
Bilirsin zordur som balığından
Bir akıntıyı aşırmak
Bir uzantıdır sokaklar
Bir uğultudan bu saate
Aklını yerine koymak
Çok çiğdir et pişerse
Bir gülüşe kalsa kahkahan
Bir basamak
Senden ödünç aldığım
Parmaklarıma bakma
Kahkahaların dedim
Kahkahaların işaretparmağımdan
Bir tetiğe basamak
Çocukluğumun avucunda
Çırpınan böcekleri
5. KAZAEN HİPHOP
virajları bu kadar erken koyma, dedim sana
çekil başımdan bir aşk varsa vardır yağmurun değdiği bahar yapraklarında
içkiden değil, içkiden değil bir şey çekiyor beni direksiyonun kımıltısında
söz verme, demiştim, söz verme yalnızlığıma
Yaklaştıkça ev evlikten çıkıyor
Yıldızlara bakıp bir geleceği bile göremeden
Söz verme en azından, Araf’ta çıplak bir gece
Hiç değilse borç ver yalnızlığıma
Ulan ben! Ulan ben hiphop dinleyecek adam mıydım
bir kadın yüzünden!
Sonsuz gecenin koynunda bir amip gibi hızla ilerlerken
Severim, dedim. Severim, dedim ama
Adını unuttum söyleyenin
Birazdan gelir aklıma
Bu daha derindir...bu daha belirsiz senden önce
Milattan önce
Bir kuyu
Sıkıntıyla evreni bir draje yapıp
İçmekten bile daha delice
Kaza süsü verip kendine
Sirenlere poz verip
Poz verip rol gereği kırık bir boyunla
Gereği lazım fikrimce
6. KARISINDAN TERK BİR MEMUR
Benzin bidonunu boşaltınca üstüne
Cinnet der insanlar
Önyargıdır bence
Yalnızlıktır bu, kötü kokar
Hayır, benzin değil yalnızca
Şeyler de kötü kokar
Ne bileyim işte bir el
Yanyana duran iki sandalye
Tuvalet havlusu
Apart oteller mesela
Ne kadar temiz olsalar da
Kokar
Kötü kokar
Saksılara ne kadar çiçek koysanız da
Kokar
Kötü kokar
Ben bilmezdim
Yani ondan önce bilmezdim
Boşlukların doldurulma zorunluluğunu
Önceniz yoksa, sonrayı bulmak da zor oluyor hani
Köksüz ağaç, derler ya...benimki ağaçsız bir kök yani
Yeryüzünü tanımayan, tanımak da istemeyen
Kağıdın yanışına öykünüp
Kül
Hiçbir yeri dolduramayan
O temizler ben yansam da
Bilir nasıl yapılır temizliği bir odanın
Bir evin
Anıların
Hatta biraz ileri gideceğim
Unutulmuş bir kocaymışım gibi fırında
Afedersin... bağışla
Bazen
Bazen bir not bırakmalıymışım gibi sana
Altlı ganyan dergilerine gömülüp
Senden bir af dilenmem asla
Bir bahis bu
Tanrıyla benim aramda
Ama sen de hak verirsin
Kalabalığına boğduk bu evi
Onlara kendimizden yer açtık
Ama kelimelere kalsa
Yaşamak her zaman pazarlık
Birçok kaçışı var bu dehlizin
“Kendine iyi bak falan
Çocuklara da”
Sanki bunların çok önemi varmış gibi!
HEPSİ BENCİLLİKTEN İBARET!
7. İPTE BİR KÜRT KIZI
Dedim babama: Alacağın bir can
Bundan ötesi var mı daha
Fareler gibi kemiren
Kemirirken dahasını isteyen
Kan pıhtısı durur
Hâlâ çenemin altında
Son seçimin zorluğu bu
Bu ölüm haklı gösterir beni
Bu ölüm haklı gösterir belki
Şöyle başını açıp öfkemi kusar gibi
Yıldızlardan söz etmeyin
Onu bilmedim bilemem
Yağmur yağınca kirli bir avlu olur
Yeryüzü en fazla
Her şey değişecek derken
Kerpiçten saraya
Göçmen kuşlardan öte
Bir daha dönmemek andıyla
Toprak faresinden sümüklüböceğe
Kendinden bir adım geriye
8. OTUZ ÜÇ YAŞ İNTİHARLARI
Evimi temizledim
Telefonda bir dost
“gel” falan diyor
“biralar benden.”
“Yok” dedim
“gelemem; işim var”
televizyonda aynı lakırdıları tekrarlarken kahramanlar
“yok” dedim “yok; gelemem. Gerçekten, işim var!”
balkonda biramı içerken, şortumun içine elimi sokup
hart hart kaşınırken
“otuz üç yaş intiharları...evden uzun zamandır çıkmıyorsun;
bir salgınmış ya da ağır bir hava saldırısı”
güldüm...”saçmalama! yalnızca kahramanlarla budalalar
intihar eder. Bense, budala olamayacak kadar kahraman, kahraman
olamayacak kadar budalayım”
TIKA BASA
Eğer sıkışırsak herkese yer var
Yer var gazete manşetlerine geçecek kadar
Bizi kalabalık kılan onca insan onca kitap
Kalabalığımıza katlanacak şehri geçmişinden koruyan surlar
Her şey sende olsun...sen olsun
Geceyi güdelim sabaha kadar.
Diyelim ki serdengeçti bir pilotum
Gökyüzüne en yakın saçlarına vurulmuşum
Vurulmuşum yeryüzüne çakılana kadar.
Eğer sıkışırsak herkese yer var
Yer var ihanete sevişecek kadar
Bizi masum kılan onca inilti onca tükürük
Tüküreceğiz yalanlarımızı ayılana kadar
Her şey sen olsun...sende olsun
Nasılsa konuşuyoruz susacak kadar.
Diyelim ki allahsız bir imamım
Başın ağrıyormuş da göbeğine üfürüyormuşum
Üfüreyim göbeğine cehennemin olana kadar.
Eğer sıkışırsak herkese yer var
Yer var salıncağın zincirleri kopana kadar
Bizi hırslı kılan onca yokluk onca çekicilik
Dolaşacağız bir şehri bekçileri uyutana kadar
Her şey sen olsun...sende olsun
Öpüşelim banklarda ayrılığın kendisi olana kadar.
Diyelim ki yeteneksiz bir türkücüymüşüm
Türkünün nakarat yerinde seni görmüşüm
Görülmüş itfaiye arabaları sabaha kadar
Eğer sıkışırsak herkese yer var
Yer var sandalımız batana kadar.
AKLIMIN ÇALILIĞINA TAKILAN
..ldım; geçip gitti tören alayı
geçmişi yok, oysa dün konuştuk aynı içtenlikle
sakarlığını bardaklardan, tabaklardan tanımıştım
geçip gitti tören alayı; naylonlar, kağıtlar sürterken yerde
dokunmuştum, bunun tarihi yeniydi
bir tereddüde batıp çıkıyorduk
tırmanırken gözlerim durgun yüzüne
sen aşk diyordun, eskisi gibi uğramıyor evime
bense bir balkondum, rüzgarın elverdiği bir yerde
geçip gitti tören alayı...
“kasaba sıkıntısı bunlar”, deyip kestirip atmıştın
yaz esintisi, duvara düşen gölgen...mevsim böcekleri
sanki ben olmasam
kusursuz gülümsemenle bitirecektin geceyi
bir şeyler oluyorduk zorunluluktan
ama bırakmıyordu bizi yağmurlar, şehrin ışıkları, sözcükler
geçip gitti tören alayı...
çürüyüp duruyordu köpek dişim
çürüyordu eskimek ve eksilmekten.
yağmur geceyi yokluyordu
yağmur seni ve beni...
“gitmek”, diyordun, “gitmek bir balık gibi
damlaların arasından sıyrılarak, erişmek için bir buluta
kırmızı mercanlarla sevişirken, kılçığımın bile göründüğü belleksiz saydamlığımla,
yaşamak için ve yaşamak adına...süzülüp sıyrılmak.
ama gelişi güzel çiziktirilmiş bir kader gibi dineliyorum yanı başımda
kokmuş bir balık...satılıyormuşum gibi balıkçı tezgahında”
geçip gitti tören alayı; istekler, hüzünler ve gece sürterken yerde
KARŞI DAİREDEKİ KADIN
Bilinçli tüketicilerden söz ediyorduk
Bir yaşamı tüketen bilicilerden
Nöbette kendini vuran erin umarsızlığıyla geceye direniyorduk
Korkuyla seyrediyorduk bizden bile geç yatan
Karşı dairedeki kadının ışıkları söndürüşünü
Geceye bizden ne kalmıştı ki, ayrılamıyorduk bir türlü.
KAPIDA KALAN
Çantamı karıştırırken, ellerim titriyordu. Birden aklıma sen geldin. Parmaklarım hınçla geriliyordu. Kapıların, koridorların karanlık köşeleri; bilirsin, birileri bekler bizi, bir şeyler bekler bize acımadan. O gün, hayır o gün değildi ya da bir gülüş...kırılıyordum kendime aldırmadan! Bir cadde olana kadar yürüdüm, bir sokak olana kadar. Biraz kadındım galiba, isteklerden yapılmış. Çantamı karıştırırken, bilirsin işte, korkuları destekleyen şeylerden... hani dokununca biraz tanrıça olduğun bir şey gibiydim. Bir kokuydun sana geliyordum. Köprüler vardı, bir de kalabalık bir iç çekiş. Eğrilip düzelen caddelerin parkları vardı en fazla gözlerin. Parmak uçlarıma kalktığımda göstermiştim en son meleği kuru bir gürültüyle düşerken. Düştüğünü görmediğin halde, sırf ben ben kalayım diye “evet,” demiştin, “evet, ben de gördüm!”.
Balıklar böyle giderdi, balıklar böyle giderdi ve kendi kıvamında. Pencere tıkırtılarına uyanan yağmur damlaları gibi biraz dışarıda kalmak kadar bir yığın; avcuna döküp bir avcuna yığdığın. Biraz yumuşaklıktan arta kalan bir öpüş ve otobanların o anlamsız hızı. Seni de bu kadar sevebilirdim, acı ama, seni de ancak bu kadar.
Sonra kırık bir topuk gibi kırılıp dağınık bir çantayla... biraz düşmekten ibaret bir savruluşla... birden aklıma sen geldin! Park irileşmişti yüzümün betonda yayıldığı anda. Bir şey miydim ki, bir çığlık, biraz kararsız gözlerinin sinirli gel-gitleri.
Hayır, hayır ağlamıyordum. Gözümdeki çekingen bir gözyaşıydın en fazla belki. Ağlamaya yüz tutuyordum ki, sakarlığımın önünde yuvarlanarak alay eden bir gözyaşı spreyi.
Parktaki bir bank olana kadar oturdum, biraz ben kalayım da sana geleyim, dedim ve oturdum. Otobüsler geçiyordu acımın ortasından, kalabalık otobüsler. Sonra acımın yaralarına bakıp kapılarımı kapadım, sana aldırmadan.
Dedin ki: “Sen misin, yoksa ben miyim kapıda kalan!”
Demiştim oysa sana: “Ben kapıyım! Sen nerede olduğuna karar ver!”
Suratlarınıza çarpılan.
Uzun bir öğle sonrasıydı. Bunu kendin öğrenmeliydin. Bütün öğle üstlerini kendin öğrenmeliydin. Sabun köpüğünün gizemini, ayakkabıların vurduğu yerleri, can yeleklerinin saklandığı yeri, bir bir ve üşenmeden.
BAŞKASI BEN MİYİM, DİYE SORDUM ANNEME
Başkası ben miyim diye sordum anneme
Hem de bir başkası olarak yumuk parmaklarımla sana tutunduğumda
Kaç dişim çıkmalı ki sorular sorabileyim babama:
“Baba! Piramitleri benim adıma mı diktiler
Niçin suya bunca ad veriyorlar: çay dere ırmak deniz okyanus
Bunca isimle suyun kafasını karıştırdıklarını düşünmüyorlar mı acaba?!!”
Kayra Naz olunca, karıştırmayacaksın değil mi beni diğer çocuklarla
Acaba bir ağız yetecek mi sorularıma
Başkası ben miyim diye sordum anneme
Karıştırmazsın değil mi beni kibirli bir kurbağayla
Ya da hayvanat bahçesindeki üzgün geyiğin boynuzlarıyla
Babama güldüğümde, alınmayacak değil mi
Bahçede yeni açan güller
Bana kızdığınızda adımda ürkmeyeceğim değil mi
Korkuyla ağzımı açıp sizi kandırarak “Hayır! Yaramazlık
Yapınca adımı değiştiriyorum! Adım, Gölgedeki Küskün Gölge.
Kızgınlığınız geçince Kayra Naz!
Bu yaramazlık size az!”
Başkası ben miyim diye sordum anneme
Örneğin yeni doğmuş bir keçi yavrusu olabilirim
Daha kırmızılaşmamış bir domates de
Öyle olunca sevilmez miyim bu büyük bir sevgiyle
Diyeceğim ki babama: “Hey baba! Yoğurt olmak üzere bir tencere
Süt olsam bile beni öpmeyi unutma!”
Ama sanırım
Sizlere benim oyunlarımı öğretirken çok yorulacağım
Babama okumayı öğretirken
Anneme kendi pabuçlarının da ayaklarıma uygun olduğunu anımsatacağım
Bir başkası ben miyim diye sordum anneme
Zor olmasa gerek her yaramazlık sonrası beni
Affetmenizi sağlayan bir gülüşü öğrenmek
Çimleri yolmak, çamurlarda debelenmek
Ali’yle sokakta tertipli, temiz yaşamasını öğrenmekle
Ahmet’le cam bardakların fırlatılınca
Kırıldığını denemek
Zor olmasa gerek
Diyeceğim ki size
Bağıracak yaşa gelince
Diyeceğim ki kulağınızın zarını çınlata çınlata:
“Bu arkadaşlarınızın hepsi budala!
Bağıracağım budalalıklarını tüm Amerika’ya!
İlanlar vereceğim gazetelere televizyonlara
Yol kenarındaki dev panolara...”
Bir başkası ben olsaydım, bir ad verir miydiniz ki sanki bana!!
Bir başkası ben miyim diye sordum babama
Babam mantıklı adam
Dedi ki ağırbaşlı bir bukalemun edasıyla:
“Bir başkasıdır başkasıyla var olan, başkalarının bakışlarında.
Bu yüzden, istesen de başkası olamazsın, başkası olamadıkça.”
Anlamadım dediğini, ama her halinden belli gerçeği söylediği
Anneme kalsa, dudaklarından öptüğü bir kurbağaydım
Prenses olacaktım daha.
ŞEHRENGİZ
Bilirim
nerenden başlasam eskirim
sesim gürdür ama
bilirim
şiddetle açar gülümsemelerin
düşlerin uyanır sen uyuyunca
kapılar çarpar rüzgarda, pencerelerinse yağmurdan kalma
erken düşen karın tedirginliğidir akşamın soluğu... bilirim.
Bilirsin
en çok nerede unutur insan
en az nerede kıvrılır anahtarların loş apartman ışıkları
açılan pencereden giren serinlik
dışarıda kalırsa ev çiçekleri, bir öğleden sonra
gökyüzü hala yerindeyse... bilirsin.
Bilirim
meydan muharebelerinde antika bir kılıçtır ete saplanan
yağmurda irkilince saatler
dışarıda çelik böcekler, bacalar, minareler
asfalt yolda ölü kediler, ölü kedilerin öldürdüğü güvercinler...bilirsin.
Bilirsin
terk edilmiş evlerin isyanıdır damlayan musluk
acıyan yerine dokununca parmak
boşalınca raflar, karton kutulara yerleştirilince camlar, fotoğraflar, anılar...öyledir, anısız çıkamaz bir insan...bilirsin.
Bilirsin
kaçıncı öykünmesidir oturan için bir sandalye, yerleştirilememiş bir sözcük için, neyse her şiir
bu şehir, dip not düşerken sokaklarını, caddelerini gözlerine...bilirsin.
Bilirim
çünkü en çok böyle yitirebilirdin
muharebe meydanlarıysa, çocuklara kalan babasız bir mektup
sokak lambaları direnirken geceye
eski güzelliğine aynalardan bakar...bilirsin.
Bilirsin
konuştukça eksilir insan, yazdıkça büyür irin
kirlidir oysa her temiz masa
başıboş bir hayatın amorsunda, bir pakette yirmi sigara...oysa o saatlerde bütün sinemalar kapalıdır
afişler, tabelalar, vitrinler, güdük adımlarımızda hırslı bir kahkaha gibi sarsılırken kalabalık caddeler...adı, içindeki gökyüzüne uzanan kuyuların adıdır.
Bilirsin
iki kişilik bir masada çökerken her şey, bir tufan neyse ve enkazda kurtarılacak son şey kendinse ve hala içilmemiş bir çay gibi oturuyorsan
toparlanırken unuttuğumuz onca şey
onca şey unutulurken masada: kalem, sigara, kinayeli sözler, zamansız yaptığın için utandığın bir el hareketi
hepsi bir bir çırpınırken masada, sade bir kalkışla uyuşmayan ne varsa...oysa her şey sayılıdır
vasati kırk çöp, otuz dokuzunun da kundaklanan her yangında siyah bir izi kalmıştır
son çöp...eğer son çöp varsa, yaşadığımızı anımsatır.
Bilirsin
artık dönmek istemediğin bir evdir gece, uçsuz bucaksız bir dehlizdir anımsadığın her sözcük
iki kişilik rehin verdiğin günlerin, bekler seni her şehirde...bilirsin.
Comments